05.03.2023
Dünya sinemasında 2. Dünya savaşı sonrası en sık işlenen konuların başında Yahudi soykırımı gelir.
Bu konu o kadar çok işlenmiştir ki doygunluk noktasına ulaşmıştır. Böylesi bir durumda yeni bir şeyler söylemek ya da farklı bir bakış açısı sunmak zordur. Laszlo Nemes’in “Saul’un Oğlu” filmi tüm bu zorlukları aşarak olaya yeni bir boyut getirmiştir. Nemes’in bu konuya getirdiği yenilikçi bakış açısı nedir? Film, seyirciyi soykırımın yapıldığı kampa götürür ve kampı bir dekor olarak kullanır. Saul adında bir Macar, oğlu olduğunu iddia ettiği birinin cesedini bulmayı ve inancına uygun bir törenle gömebilme çabasını anlatır. Bu yönüyle de hem insan olmaya vurgu yapar hem de yaşananların insanlık vicdanın ötesinde bir saygısızlık ve hakaret içerdiğini anlatır. Ancak asıl başarı sinema açısından bu öykü değildir. Film, büyük bir yönetmen ustalığı gösterir ve önde anlatılan öyküden çok arka planda gerçekleşen vahşeti seyirciye gösterir ve hissettirir! Saul’un bu vahşetin ortasında anlamsız görünen saplantısını gerçekleştirmek için “Kapo” olmayı bile kabul eder. Kapo, kendisi de Yahudi olan ve Nazilerin bu ölüm kamplarında onlara yardım eden insanlardır. Bunun karşılığında da 5-6 ay fazla yaşam ve yemek imkanına kavuşmaktadırlar. Naziler açısından kapolar neyi ifade etmektedir? İş yükünün azalması ve daha da önemlisi kendi dillerini bilen kendi kültürlerinden birinin varlığının bu insanların bu vahşete uyumunu sağlamasıdır. Bu film, Resnais’in “Gece ve Sis” kısa belgeseli ile birlikte bu vahşeti en iyi ‘hissettiren’ filmdir.
Resnais 1956’da, Nemes ise 2015’de yapmışlardı filmlerini. Bu vahşetin üzerinden belli bir süre geçtikten sonra. Biz de de benzer bir vahşet yalandı. Cumhuriyet tarihimizin en büyük insan kaybının olduğu bir vahşet/felaket. 18 bin civarı binanın yıkıldığı gerçeğini göz önüne alırsak tahmini 150 binin üzerinde insanımızı kaybettik. Ne Kıbrıs çıkarması ne PKK terörü! Bu denli insan kaybına yol açan başka bir olay yoktur.
Bu felaketteki kayıpların büyük kısmı önlenebilirdi. Ancak bunun için gerekli olan en önemli şey yani vizyonu olan bir iradenin olmadığını gördük. Vizyon günü kurtarma peşinde olanların işi değildir. Vizyon her şeyde kendi çıkarını gözetenlerin işi değildir. Bir toplumun yöneticisinde özellikle vizyon olabilmesi için insanını sevmesi gerektiği açıktır. Bu depremdeki Erzin belediye başkanı gibi ya da önceki depremdeki Tavşancıl belediyesi gibi halkın günlük çıkarından çok oy kaygısının ötesine geçerek insanın iyiliğini isteyen bir vizyona sahip yöneticilere ihtiyaç olduğu kesin.
Yoksa öz insanını ölüme gitmesine yardımcı olan filmdeki kapolar misali pek çok insan var. Kim bunlar üç kuruş daha fazla kazanabilmek için malzemeden çalan müteahhitler, bunları denetlemeyen imardan sorumlu yetkililer, oy için yasa dışı uygun olmayan binalara ruhsat veren siyasiler vs vs.
Bu aklın soğukluğu ile anlattığım sözlerin bu bir tür katliam olan vahşet karşısında hiçbir değeri yok. Olay yerine giden insanlardan gerçeği dinleyin. Tanıdığım bir genç çocuk var. İşçi. Eskiden vinç de kullanmış. Olay olur olmaz bölgeye gitmiş. Belki bir yardımım dokunur diye. Dışarıdan baksanız İŞİD militanı sanırsınız çocuğu. Sakalı, giyimi vs. Hatta çalıştığı kafeye sık giderim. Bir gün kafede kimseler yokken Mahsuni ustanın “Mamudo Kurban” türküsünü açmıştı. Böyle efkarlı, dalıp gitmiş bir taraftan da türküye eşlik ediyor. ‘Ne oldu ya’ dedim. ‘Hocam’ dedi ‘it gibi çalışıyorum, yaşım geldi 30’a düzen yok bir şey yok, hala ailemle kalıyorum. Kendi başıma düzen kuracağım umudum da yok. Kafede kazandığım üç kuruş parayla da ne olacak ki!’ İşte bu çocuk Mahsuni dinliyordu. Kendisi, Mahsuni’nin dahil olduğu inancı dinsizlik olarak görüyordu. Fikrini de sevmezdi. Çünkü yetiştiği toplum ona öyle öğretmişti. Ancak o toplumsal kirlenmeden öte Mahsuni’nin gerçeği yani türküsü onun duygusunu, durumunu anlatabiliyordu. Gerçek buydu!
İşte bu çocuk ile gördüklerini konuştuk. Hocam işten atılma pahasına kendi imkanlarıma gittim hemen dedi. Atom bombası atılmış gibiydi. Bir insan bile kurtarsam yeter diye gittim. Çünkü biz de deprem yaşadık. Çok yakınımı kaybettim. Saçma, aklına yatmayan şeyler gördün mü dedim? Hocam biz madencilerle kurtardık. Tam çıkaracağız bir ekip kameralarla geliyordu. İşiniz bitti diyordu. Kendi ekipleri çıkarmış gibi göstermek için yapıyorlardı. Bazı arkadaşlar ağladı. Bu durumda da bu yapılır mı diye? Yine de devam ettik. Çünkü bir can da bir candır dedik. Onun da bir bekleyeni vardır dedik. Gözleri doldu. Ben de üzülmesin diye fazla uzatmadım.
Aklıma bölgedeki bazı belediye başkanları geldi. Zor ama belki de onlar da bu filmi izlemişlerdir. Öyleyse bile filmi anlamadıkları kesin. Çünkü onlar vinçlerle molozlarla birlikte çıkarılan kol, bacak parçaları karşısında bile istifa etmeyi düşünmediler. Hala dine uygun definden bahsediyorlar. Molozla çıkan kol, bacak parçalarını görmezden gelerek! Olsun biz halk olarak öldük, kalanlara güçlenerek devam ederiz. Ancak bunlar yaşıyorlar ama ruhları, zihniyetleri enkaz altında kaldı. Görecekler zamanla bunu.
Ancak tüm acılara rağmen içimde bir umut hissettim. Öldük ama hala bir milletiz biz çünkü. Bu birlik tohumu bu topraklarda hala var ve daha da filizlenecek.
Sorun bazı dallarımızda, yapraklarımızda köklerimizde değil emin olun! Dallar tüm dalaverelere rağmen budanacak çünkü kökümüz sağlam. Siz cumhuriyet ağacının köküne bakın, çünkü aslolan köktür.
Karaman’ın koyunu sonra çıkar oyunu. Ben artık seyredemem oy devrilesi boyunu. Zalimin zulmü varsa mazlumun Allah’ı var. Demiş ya Mahsuni usta. İşte haftaya devam ederiz ağacın budanacak dalları ile ağaçla bağı kopmuş çürümüş dalları, yaprakları anlatmaya. Öyle olmasalardı Adıyaman’da geç kalındığını kabul eden yöneticiler gibi bu vahşetin acılarını unutturmaya, gündem değiştirmeye koşarak gelirler miydi?
Hiçbirinin zerre önemi yok. Yeter ki sizler Cumhuriyet ağacının heybetli, dimdik ayakta duran kökünü unutmayın!