24.07.2023
Otoriter bir ülke olan Belarus’tan iki yetim genç erkek Fransa’ya kaçak yollarla girmek üzere yola çıkarlar. Aralarından biri yolda karşılarına çıkan bir gölü geçerken boğulur. Kötü hayatının Fransa’da huzur bulacağını düşünen diğer yetim hayallerinin ülkesine kavuşur. Fransızcayı filmlerden öğrendiğini söyler. Bir becerisi, mesleği yoktur ancak fiziken sağlamdır. Emperyalist birikimi olan bir devletin yetkilileri genci orduya yönlendirir. Beş yıllık bir görevin ardından Fransız vatandaşlığı vaadi ile. “Seçeneği olmayanın kâğıt üzerinde seçme özgürlüğü” hakkının güzel bir örneği. Sistemin tek yoluna mahkum olan ancak özgür iradesi ile seçmiş gibi de kararın sorumluluğu ve bedelleri üzerine yüklenen bu yetim çıktığı yolda sürüklenmeye başlar.
Bu haftaki konumuz Abrruzzese’nin “Disco Boy” filmi. İtalyanların Afrika’dan Avrupa’ya olan göçün sorumlusu olarak Fransızları gördükleri malum. Bunu en üst düzeyde ve her ortamda ifade ediyorlar. Film de bu durumun sinema dili ile entelektüel ve insani çözümlemesini yapıyor.
İtalyanlar bize gerçekten çok benziyor. İzlenimlerimde ve gerçek hayatımın bazı kesimlerinde birebir şahit olduğum bu. Sıcak kanlı, kısa yolları seven, normları gevşetebilen insanlar. Sinema eleştirmeni sevgili dostum Onur ile uzun telefon konuşmalarımız olur arada. Onlardan birinde konu Fransız ve İtalyan sinemasının karşılaştırılması noktasına geldi. Ve geldiğimiz nokta “Fransız sinemasının entelektüel derinliğine rağmen lüks bir mekanda şarabını içerken devrim konuşmak gibi. Replikler güzel ancak finalde sisteme tabi olan ‘teorik’ bir sinema. İtalyanlar ise film bitince haydi devrim yapalım hissi oluşturan dünya ile bağınızı canlı tutan hatta dünyayı değiştirme hevesi oluşturan gerçek filmlerden oluşuyor” bu haliyle de tehlikeli bir sinema!
Abrruzzese de bu geleneğe bağlı kalmış. Belarus’tan gelen Alex’in istediği basit insani bir yaşam. Müziği hissetmek özgürce… Ancak bu saf niyet Afrika’da bir kabilenin haklı ancak çocukça Fransız emperyalizmine karşı mücadelesini bastırmak için gönderildiği Afrika’da derin yara alacak ve kirlenecektir. Afrika’daki bir grup insan Fransızların doğalarını yok eden fabrikaları ve sömürdükleri madenleri için isyan ederler. Kaçırdıkları görevlileri kurtarmak için de Fransız devleti Alex’in olduğu birliği görevlendirir. Bu yerli halkın isyankar çocukları da kendi aralarında Batı’da doğsaydın ne olmak isterdin diye konuşurlar. Biri diskolarda müzik ve dans işi ile uğraşmak isterdim diyor. Bu haliyle de aslında Batıya göç eden insanların istediği şeylerin ne kadar basit ve insani olduğuna vurgu yapıyor film.
Bu arada yerli halkın hak arayışına sadece Fransız emperyalizmi değil aynı zamanda yerli işbirlikçi iktidar da zulm ediyor. Alex halka yapılan zulmü görünce merkeze anons geçer “yaşlılar, çocuklar ve kadınlar var. Sivil halkı korumak için emir bekliyoruz” Merkezin cevabı ise “siz sadece görevinize bakın!”
Dünyanın en büyük sorunlarından biri bu işte. Güç sahibi olanların “bütünü” değil kendi menfaatlerini içeren “parça” ile ilgilenmesi.
Vahşi yaşam belgeselleri izliyorsunuzdur. Bir aslan antiloplara saldırıyor. Bir tanesini avlıyor. Diğerlerine dokunmuyor. Kapitalizm ise bu vahşi doğadan daha vahşi. Çünkü doyma ya da tatmin duygusu asla yok. Kapitalist iktisadın tanımındaki şu saçmalığı duymuşsunuzdur “sınırsız ihtiyaçların sınırlı imkanlarla karşılanması” canlılık sonsuz değilken ihtiyaçlar nasıl sonsuz oluyor. Elbette körüklenerek, algı yaratarak. Boşa John Carpenter filmlerinde kapitalistleri uzaylı yaratık olarak göstermiyor ki. Kapitaliste canlı varlık demek canlılığa hakaret!
Filme yine dönecek olursak Fransa’daki garibanları öldüren, sömüren Fransız emperyalizmi bunu da Fransız vatandaşlığı vaadi ile maşa olarak kullandığı başka garibanlara yaptırıyor. Ve düzeni bozulan yerli halk da Fransa’ya göç ediyor. Fransa’da da fuhuş, uyuşturucu, mafya işleri gibi tüm alt tabaka ve tehlikeli işler de bunlara ihale ediliyor. Sonuç göçmen düşmanlığı üzerinden yükselen Le Pen’in bayraktarlığını yaptığı faşist dalga ve örgütlenemeyen lümpen, öndersiz Sarı yelekliler… Ancak tüm bunların sonucu Macron ve sistemin devamından ibaret. Anlayacağınız sistemin kontrolünde bir kaos söz konusu.
Bu tarz filmlerin durum tespiti yapıp finalini de insani basit isteklerle bitirmesi romantik de olsa benim hoşuma gidiyor.Hz. Ali’nin sözü misali “Bir zulme engel olamıyorsanız en azından onu herkese duyurun” Abrruzzese de bu filmi ile bunu yapmış.
Bu arada “Oppenheimer” filmi vizyona girdi. Tam bir hayal kırıklığı. Nolan gibi usta bir yönetmenin Tenet filminde yaptığı gibi arkada sürekli devam eden bir ses, müzik eşliğinde uzun uzadıya yaptığı bir film. Film desem de lafın gelişi. Çünkü hiçbir film hayatın tamamını anlatmaya cüret etmemeli. Ancak Nolan Oppenheimer üzerinden: Aşk hayatını, bilimselliği, McCarthyciliği, sosyalizm düşmanlığını, Amerikan derin devletinin ve yöneticilerin entrikalarını anlatmaya çalışmış. Çalışmış ancak pek de olmamış bence. Film yarasa yarasa Robert Downey Jr ve Matt Damon’a yaramış. Başarılı bir oyunculukları vardı. Gerisi savruk ve yorucu bir film olmuş. Hele sırf sistemin sözde bireyi önemseyen bakışını göstermek için Oppenheimer’a kişisel hıncı olan senatör olayı ve Oppenheimer’ın onu alt etmesi iddiası ise romantik bir saçmalıktan başka bir şey değil! Gerçekte olan ise Oppenheimer hakikat arayışı için değil, sipariş üzerine aldığı görevi tamamlayan başarılı bir bilimciden ötesi değil.