30.10.2022
Sinemamızda kırsalda geçen öyküler ön planda, şehirde geçen film yok denecek kadar az. Sosyolojik olarak klasik anlamda bir şehirleşme söz konusu olmasa da ülkemizde nüfusun büyük çoğunluğu şehirlerde yaşamakta.
Özcan Alper ülkemiz sinemasının önemli isimlerinden biri ve o da filmlerinde bu sosyolojik gerçekten uzak, kırsal öyküleri ön plana çıkarmaya devam ediyor. “Karanlık Gece” filmi de bu durumun son örneği.
Nuri Bilge Ceylan filmlerinin de bazıları kırsalda geçer. Varoluşcu denilebilecek bu filmlerin kırsalda geçmesi anlatıya sadelik katar ve güçlendirir.
Lars Von Trier’in “Dogville” başyapıtı da bir kasaba öyküsüdür ve de sert politik eleştiriler içerir. Nicole Kidman’ın mafya olan şehirli babasından kaçıp, feodal kuralların geçtiği kırsal bir kasabada yaşadıklarına odaklanır. Kapitalist düzenin temsilcisi olan şehirden ve babasının şerrinden, cennet sandığı ve yücelttiği kasabayı kutsar ve ona teslim olur. Çok geçmeden en kötü kapitalist şehirlerin bile bu feodalizmi temsil eden kasaba zihniyetinden daha iyi olduğunu anlar. Finalinde babasına neredeyse koşarcasına sarılır. Kasabanın feodal düzenine karşı ise filmin başındaki romantik güzellemelerin yerini kin ve nefret almıştır. Babasına durumu anlattıktan sonra, babasının ‘o zaman çok sevdikleri köpeği öldürelim’ sözüne cevaben, kız, ‘hayır, köpek kalsın hepsini öldürelim kasabanın’ der.
Ramin Matin’in “Son Çıkış” filmi, şehri kötüleyen karakterin, mücadele etmek yerine romantik bir yaklaşımla kutsadığı ‘Ege sahil kasabasına yerleşme’ fikrinin saçmalığını göstermekteydi. Üstelik Dogville’den bile öte bir yaklaşım sergileyerek kapitalizmin bu kasabaları bile kapsadığını açık bir şekilde göstermekteydi. Kapitalizmden çıkış yok! Gerçekçi olmak ve durum tespiti yapıp mücadele etmek tek mantıklı seçenek fikri ile bitmektedir film.
Boğaziçi FF’ne damga vuran “Kar ve Ayı” filmi de dağ başındaki bir kasabada geçer. Zorunlu hizmet için kasabaya gelen bir hemşirenin hikayesidir. Feodal kökenli mistik inanışla ayılara karşı iyi davranan ve onları korumaya çalışan biri vardır. Dikkat ederseniz ayıyı koruma fikri bile bilinçli, etkin bir eylem değil, bir inanış meselesidir. Bu adamla, köyde kasaplık yapan biri arasında husumet vardır. Husumetin kaynağı ise kasabın bir ayıyı öldürmesi ve bu adamın da onu jandarmaya şikayet etmesidir. Kasap hamile eşini aldatmaktadır. Bir gece hemşire lojmanına giderken, kasap alkollüdür ve hemşireye sarkıntılık yapar. O da itip, korkudan arkasına bile bakmadan kaçar ve bu olaydan kimseye bahsetmez. O geceden sonra kasap bulunamaz. Olağan şüpheli olan ayıların koruyucusu adam suçlanır, toplumsal olarak da dışlanır. Finalde bu toprakların sinemasının bence bir hastalığı olan gizemi göstererek seyirciye bırakmak yerine adamın hemşireye ‘sen de bu köydekiler gibisin, gerçekle yüzleşmekten kaçıyorsun’ didaktik açıklaması var ki olmasa çok çok daha güçlü bir film olacaktı. Suçlu istemeden de olsa hemşiredir, bulunan cesedin yanında görülen ayı öldürülür ve suçlu ilan edilir. Böylece toplumsal barış tekrar sağlanır. Buradaki asıl ilgimi çeken şey ise köyün her kötülüğü ayılara bağlaması.
Bizim toplumumuzun bir hastalığı bu. Klasik dış güçler vs. diyerek olaylardaki toplumsal ya da iktidarın sorumluluğundan sıyrılması gibi. Bunun nedenin de gerçeği görmenin sorumluluğundan ve sonucunda getireceği mücadele etmek zorunluluğundan kaçma isteğinden kaynaklandığını düşünüyorum.
Yoksa yıllardır başörtüsü, Kürt sorunu, laiklik meseleleri neden hep ön planda tutulsun ki? Esas mesele olan teknoloji, sanayi, bilimsel ilerlemelere ve bu araçlara sahip kapitalist sisteme karşı bir şey diyecek hiçbir toplumsal örgütlenme ve yapı olmadığı için elbette her sorunda bu sembolleşmiş sorunlara sığınılıyor.
Özcan Alper’in “Karanlık gece” filmi de bu dediğim genel toplumsal eksiğimizden nasibini almış. ‘Dogville’ filmi misali bir nefret var. Ancak bu nefret feodal yapının bütününe, varlığına karşı olmaktan ziyade kültürel olarak ilerici addedilen batılı karakteri kabullenmeyen gelenekçi feodal kültüre karşı bir nefret. ‘Kar ve Ayı’ filmi misali evrensel bir yaklaşım yerine, çiğ bir oryantalist tavır söz konusu.
Ki, Özcan Alper ‘Sonbahar’ filmi hariç genel olarak bu tavra sahip. Tabi geçenlerde konuştuğumuz Netflix için yaptığı ve bence ciddi otosansür içeren “Aşıklar Bayramı” filmini de bunun dışında tutmak gerek. Demek ki kapitalizmin başat temsilcisi olan bir şirkete iş yapınca daha bireysel ve toplumsal eleştirinin oldukça dolaylı yapıldığını görüyoruz. Ancak maalesef dar bir çevrenin izleyeceği festival filmi yaparken daha sert olunuyor.
Tabi ki Özcan Alper sinemamızın önemli değerlerinden biridir. Toplumsal eleştiri adına yaptığı filmlerdeki üstyapısal, kültürel yaklaşımı zayıf buluyorum. Olayın ekonomik, sınıfsal arka planına genel olarak yer vermemektedir.
Bu haliyle de ülkemizdeki güncel politik yaklaşımlarla benzeşmektedir. Halk yoksulluk ile uğraşırken ne iktidar ne muhalefet ne de sinemamız bunu birincil öncelik olarak görmemeye devam etmekte. Kartacalı Hannibal’in “Ya bir yol bulacağız ya da bir yol yapacağız.” sözündeki mücadele ve çözüm üretmeden çok uzağız. Belki de ‘Kar ve Ayı’ filmi misali gerçeği açıklayamamak ve çözme azminden uzak olmamız bunda etkilidir.
Festivalin ödül töreninde Özcan Alper’e karşı yapılan ve sonrasında festival yönetiminin basın açıklaması ise tam bir saçmalık. Aslında Alper filmindeki misali ‘karanlık gece’ yaşadı ve linçe maruz kaldı. Bu karanlığı yenmenin yolu da karanlığa küfretmek değil onu oluşturan kapitalist anlayışla ve işbirlikçileriyle bu düzlemde mücadele ile olacaktır.