01.11.2020
Bazıları için sinema demek, korku-gerilim filmi demek. Benim ise en sevmediğim sinema türü bu. Eski zaman arkadaşın beleş bilet ve yemek teklifi ile üniversitede öğrenciyken Halka filmini seyretmişliğim vardı. Bir de yıllar sonra bir Ramazan günü gece nöbetinde İslami film niyetine başka bir arkadaşın Dabbe filmini izletmesi var ki akıllara ziyan. Gerçi sonraları politik arka planlı korku-gerilim tarzına bir parça sempati duymaya başladım. John Carpenter’ın bilim kurgu ve politik arka planlı tarzı ve onu devam ettiren, Jordan Peele sinemasını çok beğendim. İran sineması örneğindeki Babak Anvari’nin ‘Korkunun Gölgesi’ ya da Ana Lily Amirpour’un ‘Gece Yarısı Sokakta Tek Başına Bir Kız’ filmleriyle türü anlamlandırmaya başladıkları filmleri de izledim. Bu filmleri beğendim de.
Kayıp Otoban ve Mulholland Çıkmazı gibi, David Lynch’in başyapıtlarını da çok sevdim, karakterin birey olarak kendinden kaynaklanan ve problemler karşısında çözüm için çevredeki her şeyi inceleyip en sonunda her şeyin kaynağını yine kendisinde bulduğu varoluşa farklı bir bakış açısı sunan filmlerdi.
Ancak insanın varoluşuna yönelik ya da politik bir amaçla yapılmayan ya da bu amacı hedeflese de ulaşamayan zayıf korku- gerilim filmlerinden hiç hazzetmiyorum. Yine de Ceren sayesinde bolca seyrediyoruz. Bunlardan sonuncusu da vizyonda olan ‘Ölü Nöbeti’ filmi. Bu tarz filmleri yukarıda bahsettiğim arka planları yoksa evde seyretmek daha iyi. Çünkü en azından korkacaksan da evinde, en güvenlikli olduğun yerde korkmalısın. hem etkisi de bir parça kırılıyor. Durdurma, nefes alma şansın var. Filmin seni soktuğu o ürkütücü atmosferin sadece bir film olduğu, illüzyon olduğunu hissediyorsun. Ancak bu filmleri sinemada izlemek öyle mi? Her sessizlik oluştuğunda, aha şimdi bir şeyler olacak beklentisi, ya da durağan anlarda bir şeyler hızla hareket edecek endişesiyle birleşiyor. Ha tabi, arka plandaki müzik de cabası. (Sanki az gerilmişsiniz gibi)
Ancak korkunun da acı gibi sık karşılaşılınca bir alışma uyum süreci var. Artık ilk izlediğim korku filmlerindeki gibi sadece korku ve gerilim hislerine hapsedilmiş hissetmiyorum. Hatta -belki de korkuyu azaltmak için de olabilir- neden korktuğumu anlamaya çalışıyorum. Örneğin bu filmde daha belirgin olarak gördüğüm şey şuydu: Hemen hemen tüm bu tarz korku filmlerinin vazgeçilmezi olan karanlık ortam. Bunu bir tarz değişikliği yapmaya çalışan Ari Aster ‘Ritüel’ filminde kırmaya çalıştı. Belli seviyede başarılı da oldu ama kesin olan bir şey varsa o da korkunun en önemli öğesi bilinmezlikti! İlk ‘Halka’ filminin sonunu hatırlayın. Film bittiği için tam rahatlamışken kız televizyonun içinden çıktı! Korkunun, korku etkisini o zaman görmüştüm. Sırf devam filmine altyapı yapmak için izleyicinin altına yapmasına neden olmuştu. Ne küfür etmiştim anlatamam! Etkili korku filmi sizi gerçek hayattan koparıp, yarattığı atmosfere hapseden filmdir.
Diğer taraftan korku filmlerinde kamera kullanımı da atmosfer yaratmada önemlidir. Hipnoz misali sizi sadece kameranın gösterdiğine hapis eder ve mecbur kılar. Size asla geniş açıdan, bütünü görebileceğiniz imkanı sağlamaz.
Dar bir alanı gösteren bir kamera kullanımı, karanlık ortam, sessizlikten ani sese geçiş, durağanlıktan ani harekete geçiş korku filmlerinin en güçlü silahlardır.
Bunların neticesinde de zamanın nasıl geçtiğini anlamazsınız. Dikkatiniz en üst seviyede olur. Bol bol stres hormonu salgılarsınız. Bu imkanı politik ya da varoluşsal bir şeyler anlatmak için kullananlara saygımız sonsuz. Ama sırf korkutmak için korkutanları ya da bu imkanları vasat bir şeyler anlatmak için kullananları kınıyorum.
Özellikle bizim gibi az gelişmiş ülkelerin gündemine bakınca insan kendini korku filmindeymiş gibi hissediyor. Üstelik sırf korkutmak amacı güden çiğ bir korku filmindeymiş gibi! Olaylara medyanın ya da sözüm ona entelektüellerin yaklaşımı sadece korkuyu körüklemek üzerine!
Bilinmezlik ve gizem katarak sizi filmlerde kameranın, ses ve ışık kullanımının yaptığına benzer bir etkiyle kapana kıstırmak ve çaresizlik hissettirmek üzerine kurulu!
Oysa insan düşünen, öngörebilen ve çözüm üretebilen bir canlıdır. Her türlü karanlıkta kalan bilinmezliği aydınlatabilecek bilimsel gelişmişliğe sahiptir. Deprem olur, koronavirüs olur, ekonomik kriz olur, uluslararası ilişkiler krizi olur. Her türlü sorunu mistik bilinmez ve çözülemez bir kaderciliğe teslim etmemeliyiz. Toplumsal aklımızı kullanarak çözümler üretmeliyiz. Sırf korkutmak için yapılan epey film izleyen birisi olarak kesin bildiğim bir şey var; o da film bitiyor ve etkisi de yok oluyor. Yeter ki Gazi Paşa Hazretleri’nin söylediği gibi “Hayattaki en hakiki mürşidin ilim olduğunu” unutmayalım!