15 yıl önceydi. Küçükçekmece Belediyesi sevdiğim bir yönetmene senaryo atölyesi programı düzenliyordu. Üstadın filmleri kadar söyleşileri de hoşuma giderdi ve elbette kaçırmadım. Hatta abartıp tüm konuşmaları cep telefonu kamerası ile çekmiştim. Ki hala da kayıtlar var bende.
Konuşmanın bir yerinde üstat toplum karşısında bireyin durumu hakkında konuşurken bir örnek verdi. Dedi ki “Bakın televizyon haberlerinde geçen gördüğüm bir şey vardı. Kadının evladı şehit olmuştu. Çok üzgün olduğu da görülüyordu. Kolay değil gencecik evladını kaybetmişti. Ancak kameralar onu gösterince daha fazla bu acıyı gösteriyordu. Daha doğrusu göstermek zorunda kalıyordu bence. Çünkü onun samimi acısını gösterme noktasında kamera etkisi ile varlığını hissettiren toplumsal algı daha fazla göstermesi gerektiği baskısı yaşatıyordu.” Ben hem çekiyor hem de o anı kafamda canlandırıyor ve hak veriyordum üstata. Birey, toplum içinde ne kadar samimi ve kendi olabilir? Çünkü yaptığı her eylemde toplumsal olarak yargılanma riski var. Bu riskten dolayı her an o baskıyı hisseden ve onunla sorun yaşamamak için taviz veren birine dönüşür. Bu dengedeki dozda kişilik üzerine çok belirleyici bir etkendir. Tüm bunları düşünürken üstat en ön sırada oturan bana seslendi ve “Genç arkadaşım bu çektiklerini bir yerde yayınlamayacaksın değil mi? Çünkü burada samimi bir ortamda konuşuyoruz. Başka yerlerde yayınlanacaksa bana pek çok program teklifi var gider oralarda konuşurdum” gibi bir şeyler dedi. Ben tabi hem daldığım düşüncelerin etkisi hem de bir anda gündem olmanın şaşkınlığı ile “Kendim için çekiyorum ama yayınlasam ne olur ki?” dedim. O da yine de yayınlama sen dedi. Sonradan düşününce aslında üstat tam da anlattığı olayın özünü birebir yaşamış ve yaşatmış. Çünkü anlatmak istediği toplumun birey üzerindeki baskısı, bireyin kalabalıklar içinde samimi ve kendi olamayışı vs… Ve neden böyle olamayacağına kendisi de örnek oluyordu. Düşünsenize olay bir yerde yayınlansa ahmağın biri çıkıp konun özünden uzaklaşarak üstat şehit annesine hakaret etti ya da samimiyetsizlikle suçladı diyebilirdi. Öyle bir amacının olmadığı konuşmanın bütünü bilenlerce anlaşılsa da toplum için hele ki medya için tüm delilleri toplamadan bir parça üzerinden yargılama, fişleme rutin bir durum maalesef. İşte tüm fikirleri bilinse el üstünde tutulacak olan Aziz Nesin’i ve diğer aydınları Madımak’ta yakmaya çalıştılar/yaktılar.
Bu olayı feodallikten, devletçi bir modelle de olsa kapitalistleşmeye geçen bir ülkede birey/toplum ilişkisinin ne kadar ilkel ve sert şartlarda olduğunu farkına varmamız adına anlattım.
Kristoffer Borgli’nin “İlgi Manyağı” filminde ise Norveç gibi birey kavramının fazlası ile geliştiği, dünya dertlerinden kendini izole edebilmiş bir toplumda birey toplum ilişkisini anlatıyor. Ki bizim için deneysel sinema gibi bir şey. Modern sanatla uğraşan erkek arkadaşını kıskanan ve ilgi odağı olmak, beğenilmek, onanmak için öne çıkma çabası içindeki bir kadının hayatını anlatıyor. İnsan sosyal bir varlık ve beğenilme, kabul görme isteği de doğal bir istek. Ancak bunun için özellikle uğraşmak ve bu durumu öncelik haline getirmek ağır patolojik bir durum. Film boyunca bunun en üst dereceden örneklerini görüyoruz. İlaç kullanarak hasta olmak ve kendine zarar verme pahasına da olsa o beğenilme, öne çıkma arzusunu giderme çabası vs vs… Bir tür ucubeye dönüşen insanı bile filmdeki modacı misali sömürmeye çalışan sözüm ona kapsayıcı, farklılıkları hoş görme adı altında bir meta olarak kullanan kapitalist sistem!
Filmde esas mesele günümüz dünyasında artan iletişim imkanlarının, insanların sosyal tatmin duygusunu gidermek için kendinden ödün vererek düştüğü halleri göstermesi. Artan iletişim imkanları bireyin kendisini bulmasına hizmet etmemekte hatta tam tersine bireyin kuru gürültüde odaklanmasını engelleyerek, kaybolmasına, kendisini kaybetmesine neden olmakta.
Sürekli yaptığı her şeyi paylaşan insanlar bir yönüyle de dışa açık gibi görünse de aslında içlerindeki boşluğu derinleştirmiyorlar mı? Benlik gelişimi zayıf kalmakta, üstelik de bu zayıf halleri ile yüzeysel bağlar ile kırılganlık yaşama ihtimalleri artmakta.
Yakın zamanda hayatını kaybeden Jean-Marc Valee’nin 2014 yapımı “Yaban” filmini öneririm. Bir kadının tek başına çıktığı uzun bir yürüyüşte hayatın dışsal, yüzeysel kalabalığı içinde kaybettiği benliği üzerine düşünmesi ve bulmasını anlatan çok başarılı bir film.
İnsanın benliğini bulması için bu tür bir inzivaya ihtiyacı var. Ancak günümüzde iletişimi artırdığı söylenen ancak tam tersi etki yapan hatta benliğimizi bulmamıza engel olan ve her an yanımızda olan sosyal medya ile bu tarz bir inziva mümkün mü?
Emrah diye dağcı bir arkadaşım ile geçenlerde konuşuyorduk. 18 gün dağda kalmış. Ortamdaki bir abimiz, güzelmiş vs dedi. Sonra da ilk sorduğu soru cep telefonu çekiyor mu? Yani sosyal medya bir tür araç değil artık bildiğiniz bir organımız gibi görülüyor.