28.12.2021
Gündeminiz neyse o konuyu önemsiyorsunuz demektir. Tabi halkımızın çoğunluğunda olduğu gibi size dayatılan bir gündem yoksa! Sinemamız için gözle görülen bir dayatma olmadığı açık. Buna rağmen bolca halkın gündeminden uzak olan, yapay ve kişisel öyküler çekiliyor.
Film çeken herkeste filminin izlenme beklentisi vardır. Tarkovsky için bu beklenti filmlerinin Bergman tarafından beğenilmesidir. Yine de her yönetmen geniş kitleler tarafından anlaşılmak ve beğenilmek ister. Ne de olsa onanma isteği temel insani ihtiyaçlardan biridir. Bir başka örnek olarak Nietzche’de bu umut, gelecek zamanlarda anlaşılacağı düşüncesi ile teselli bulur.
Sinemamızın bugünü için de ilginç beklentileri olan yönetmen modelleri var. Kimisi halktan umudu kesmiş daha seçkin bir zümre tarafından onaylanmayı hedeflemekte, festivalci diyebileceğimiz bir model bu. Festivallerde çok ses getiren ancak vizyona girdiğinde ise beş bin seyirci sınırını aşamayan filmlerin yönetmenleri bunlar. Halksız, seyircisiz ancak halkı savunduğu iddiası ile halkçı filmler yapma iddiasında olan bir sinema anlayışı bu! Bu halktan kopukluğun etkisi ile neredeyse akademik dar bir zümrenin, profesyonel denilebilecek kadronun insafına kalan bir sinema. İşte pek çok son dönem filmimiz bu yapıda maalesef.
İşte “Sen ben Lenin” filmi de buna güzel bir örnek. İşçi sınıfını, ezilen toplumsal kesimleri yani halkın çoğunluğunu temel alan bir siyasi fikir olan sosyalizmi az çok esas alan bir film. Ancak bu filmin savunduğu geniş halk kitleleri filme teveccüh göstermiyor. Neden? İşin ilginci filmi yapan bakış açısı da bu konuyu dert etmiyor muhtemelen. Çünkü ülkemiz sinemasında başat roller alan pek çok oyuncu, yönetmen vs bir şekilde filmde rol almış, desteklemiş. Yani filmin artık halka yönelmesini gerektiren bir onanma ihtiyacı kalmamış.
“Elveda Lenin” filmi aklıma geliyor. Film, Doğu Almanya yıkıldıktan sonra sosyalizme samimi olarak bağlı olan ve komadan çıkan annelerine, kapitalizm karşısındaki yenilgiyi hissettirmemek için çevresinin yaptıklarını anlatıyordu. Bunu anlatırken de sosyalizm ile kapitalizm arasındaki farkları anlatıyordu arka planda.
Bu filmde ise bir sahil kasabasında kıyıya vuran bir Lenin heykeli üzerinden bol toplumsal mesajlı yakın dönem Türkiye siyasi tarihinin analizi yapılıyor. Mümkün mü? Eh işte tadımlık, bir tiradlık değinmelerle olabildiği kadarıyla oluyor!
Diğer taraftan festivallerimizin asla yüz vermeyeceği ancak geniş halk kitlelerince daha fazla kabul görecek, seyredilecek olan “Beni çok sev” filmi var. “7. Koğuştaki Mucize” filmi ile Kore sinemasının “kapitalizmin yan etkileri” üzerinden filmler yapma fikrini özümsemiş ve kabul etmiş bir yönetmen olan Mehmet Ada Öztekin’in filmi var. Öztekin, Mahsun Kırmızıgül’ün “duygu sömrüsü hatta pornosu” diyebileceğimiz Holywood tarzı filmlerinin doz ayarını çok başarılı bir şekilde yaparak ve de görüntü yönetmeninin de tercihleri ile sanat değeri de yüksek bir film yapmış. Toplumun, ezilen, altta kalan sahipsiz geniş kitlelerini sinemaya konu etmiş. Bu yönüyle de ben sol film yapıyorum diye naralar atmadan solun tabanını oluşturması gereken kesimin sesi olmuş. Üstelik belki biraz arabeskte gelse bu tarz aslında başta Yılmaz Güney olmak üzere 70’lerdeki sinemamızın kodlarına da uyumlu.
Gerek, Sarp Akkaya, gerekse de Ercan Kesal ve Songül Öden’in oyunculukları da bu ezilen insanların çaresizliğini anlatmada önemli katkı sağlamış. Öztekin bu filmle birlikte aslında 70’lerde sinemamızda var olan ve 12 Eylül ile birlikte unutulan bir tarzı, belki de şimdilerdeki Kore sinemasından etkilenerek yeniden sinemamızın gündemine getiriyor. Bu filmin başarısı da benzer işlerin çoğalmasını teşvik edeceğini düşünüyorum.
İnnaritu’nun bir Holywood teknisyenine dönüşmeden önceki son başyapıtı olan “Biutiful” tadında bir çaresizlik öyküsü. Güçsüz olduğu için ezilen, dışlanan, hayatın kendilerini sürüklemesine çaresizlik ile boyun eğen ancak yine de sevdiği, değer verdiği insanları kendince korumaya çalışan Songül Öden’in oynadığı karakter ya da eskinin orta sınıfı olan bir memurun “Yeni Türkiye’de” nasıl ezildiğini, kızının eğitimi üzerinden gösteren ve emekli ikramiyesini hayatının merkezine almasına rağmen Sarp Akkaya’nın oynadığı karakterin hayat karşısında dik duruşundan etkilenerek “adalet için gerekirse huzurum da bozulsun” dik duruşunu sergileyen Ercan Kesal’ın oynadığı karakter çok anlamı ve başarılıydı.
Bu film sinemamız için yeni (aslında özünde olup unutulan da olsa) bir yönelimin miladı olacağını düşünüyorum. Umarım festivallerimiz de bu milada duyarsız kalmaz!