18.09.2022
ABD’nin meşhur Stanford Üniversitesi’nde psikoloji profesörü Philip Zimbardo 1971 yılında Sosyal psikoloji alanında bir deney yapar. Sonraları çok ses getiren ve tartışılacak olan bu deney “Stanford hapishane deneyi” olarak anılacaktır. Sinema bu deneye kayıtsız kalmayacak ve bu konuyla doğrudan ilgili üç tane film yapılacaktır. Bu deney pek çok kitap, makale, dizi, film, entelektüel ortam için önemli bir referans olacaktır.
2015 yapımı film üzerinden esas olarak ele alacağız bu konuyu. Film sinema açısından bir değer ortaya koyamasa da Sundance Film Festivali’nde ödül almış olduğu gerçeğini de anmak gerek. Muhtemelen konun künt ve dar bir kalıp içerisinde sunulmasına rağmen hem deneyin hatırı hem de romantize edilip kutsanmasının gerekliliği ödülü getirmiştir diye düşünüyorum.
Önce deneyi künt şekilde sunan film üzerinden hatırlatayım. 1971 yılında, Stanford Üniversitesi’nde okuyan 24 genç erkeğe, günlük o dönem için fena olmayan bir para karşılığında, bilime katkı sunabilecekleri bir deney için iş ilanı açılır. Bunların sıradan, ortalama insanlar olmasına özen gösterilir. Öncesinde psikolojik sorunları olmadığı, tedavi görmediği, uyuşturucu, alkolizm gibi sorunları olmamasına da dikkat edilir. Sonra seçilen gençler yazı tura atılarak yani tamamen şansa bağlı olarak mahkum ve gardiyan diye ayrılırlar. Gardiyanlar ve mahkumlar sınıflarına göre tek tip elbise giydirilir ve son olarak hapishaneye dönüştürülen bölümün bodrum katına getirilirler. Bu gardiyan-mahkum seçiminin mülakat sırasındaki psikolojik özelliklerine göre yapıldığı söylenir. İstedikleri zaman ayrılabilecekleri, kötü muameleye izin verilmeyeceği zaten sürekli izlenecekleri bildirilir ve deney başlar.
Kısa sürede, tamamen “normal insanların” işkenceciye dönüştükleri, mahkumların ise kendilerine yapılan baskıya boyun eğildikleri görülür. Sonradan çıkan mahkumların yerine gelenlerin ise ilk anda bu saçma durumu reddettikleri ancak sonrasında diğer mahkumlar tarafından otoriteye uyma konusunda baskı gördükleri gösterilir. Bu işkencelere rağmen Zimbardo deneyi devam ettirir. Ancak ekibinde yer alan araştırmacıların muhtemelen ‘yahu biz bunları herkese açıklayacağız, Vegas’ta yaşanan Vegas’ta kalır durumu söz konusu değil ki’ yaklaşımı ile itiraz ederler. Hatta hapis yatmış bir mahkumu danışman olarak bulundurur ki o da Zimbardo’nun vardığı sonucu açıklamak için filmde vardır. Der ki, “Ben hapis yattım yıllarca kendi yaşadığım olumsuzlukları bu insanlara uyguladım ve işin ilginci bu durum hoşuma da gitti.” Sonuç olarak hem bilimsel verileri kamuoyuna açıklayacakları gerçeği hem de deneye gözlemci olarak dışarıdan gelen psikolog olan sevgilisinin uyarıları ile deney sonlandırılır.
Peki bu deneyi nasıl yorumlarlar? İşte, sıradan insanda kötülük vardır, imkan verilse herkes kötü olabilir vs. Oysa bu deneyden 8 yıl önce Hannah Arendt “Kötülüğün Sıradanlığı” adlı kitabını yazmış ve benzer durumu tespit etmişti. İşte asıl tartışılması gereken noktanın, bu bireyler üzerinden çıkarılan sonuçlar olmaması gerektiğini düşünüyorum. Ne Arendt’in gözlemlediği Eischmann’ın ne de Zimbardo’nun deneyi ile ortaya koyduğu bu öğrencilerin tavırları üzerinden her insan iyi de kötü de olabilir, bunu da şartlar belirler iddiasından öte bir yorumun öne çıkarılması gerekir. O da şu ki ne Zimbardo’nun denekleri ne de Eichmann iradesini ortaya koyabilme imkanı olan bir özgür birey değiller! Bunlar bir otorite altında bireysellikleri yok edilmiş, bütünün, sistemin parçası haline getirilen birer dişli ya da makina gibiler. Hani lise kimya dersinde sürekli geçen NŞA (normal şartlar altında) diye başlayan kalıp bu gözlemlerde eksik. Bu deneyde iki denek grubu görünüyor; Mahkumlar ve gardiyanlar diye ancak esas üçüncü grup yani Zimbardo ve ekibi gözardı ediliyor!
Zaten bilim ya da sanat gözlemleri, verileri açıklar. Bunun nasıl kullanılacağına, kullanan karar verir. Daha önce değinmiştim Alevilik üzerine dünya üzerinde en önemli araştırmaları yapan insan Arnold Toynbee’dir. Toynbee’ye çalışmaları için kaynak bulan ise İngiliz devleti ve istihbaratıdır. Toynbee bilimsel verilerini ortaya koyar ancak bunun nasıl kullanılacağına karar veremez. Aynı durum bu Stanford deneyi için de geçerlidir. Deneyi her insanda kötülük vardır şeklinde romantik bir sonuç olarak yorumlayıp, insan kötülüğünü bir nevi doğallaştırma, beklenilebilir, hatta kabul edilebilir diye de yorumlayabilirsiniz. Ya da kapitalist bir güç olarak, demek ki insanlara baskı yaparsan belli kalıplara zorlarsan istediğinizi kabul ettirebilirsiniz diye de yorumlayabilir hatta kullanabilirsiniz. Ki bu fark için deneydeki insanlar mı, otorite mi olduğunuz ve neyi öne çıkarıp önemsediğiniz belirleyicidir.
Son olarak yine ülkemize dönelim. Bu deneyde mahkumların kötü muameleyi kabullenmesindeki en önemli faktör gardiyanların otoritesi değildir. O otoriteye itiraz edilmesine rağmen deneyi kutsanan ve insanlığa da fayda amaçlı olacağı kabul edilen bilim otoritesi olan Zimbardo ve ekibinin kurdukları bu düzende olayları gördükleri halde müdahale etmemeleridir.
İşte basınımız, kurumlarımız vs vs yıllarca ciddi kanıtlarla ortaya konulan pek çok ifşaata rağmen değil cezalandırmak olayları görmezden gelmeleri söz konusu. Tıpkı bu deneydeki Zimbardo ve ekibi gibi. Hal böyle olunca da otoriteyi temsil eden gardiyanların cesareti ve zulmü artıyor.
Hanefi Avcı’nın “Haliçte Yaşayan Simonlar” kitabında anlattığı Simonlar gibiyiz. Bok kokusuna maalesef alıştık. Çürümenin patolojik bir şey olduğunun bile farkında olmayacak kadar sindirilmiş bir toplum söz konusu.
Neyse ki her şeyin bir sonu olması gerçeği tek tesellimiz. Şaşırmayın örgütsüz bir toplumda teselli de ancak bu kadar olur.