26.11.2023
İnsanların kendi seslerini kayda alıyorlar ve dinletiyorlar. Çoğu kayıttan dinlediği kendi sesini beğenmiyor. Bu deneye katılıncaya kadar hepsi seslerinin güzel olduğunu düşünüyorlarmış. Bilim insanları; insanın biyolojik özelliklerinin kendi sesini beğenmesine neden olacak şekilde özellikler ile varolduğunu bilimsel olarak göstermişler. Bu ilginç bir çalışma. İnsan varoluşu kendinden memnun olma eğilimini de içeriyor. Gerçek tam tersi de olsa varoluşumuzun eğilimi bu yönde. Bir tür olumsuzlukları sünger gibi emen biyolojik ve psikolojik savunma mekanizmaları ile donatılmışız. Bu kendi halinde ‘huzurlu’ olmak üzerine kurgulanmış insanı huzursuzluğa iten ne? Elbette çevre. Varoluşu gereği bu savunma mekanizmaları da zaten boşa insana eklenmiş olamaz. Varoluşunun bir başka gerçeği de insanın sosyal bir varlık olması. Bu iki gerçeği bir arada düşününce insan varoluşu kurgulanırken çevreyle temas kurmasının zorunlu olduğu ve bunun için de ‘uyum’ adına bazı savunma mekanizmalarının otomatik olarak insana yüklendiğini, varoluşu ile birlikte söyleyebiliriz.
Çatışma insanın kaçınılmaz kaderidir. Bu çatışmalar sonucunda varlığının ortaya çıkan son hali ise kendi iradesinin var ettiği, kimliğidir. Künt bir mermer yığının, dışsal travmalar ile savunma mekanizmalarımız ve iradi tercihlerimiz ile çatışması sonucu ortaya çıkan heykeller misaliyiz. Kimimiz şimdiki pek çok belediyenin meydanlarda sergilediği sanat düşmanı iğreti heykeller gibiyiz, kimimiz de Michelangelo ya da Rodin’in elinden çıkmış başyapıtlar gibiyiz…
Bu uzun girişin sebebi neydi? Yazılarımı takip edenler şunu net olarak bilirler ki ben bu topraklarda kendini hangi kimlikle tanımlarsa tanımlasın tüm insanların kendince gerçeklerimi bilmesini, kendilerini sorgulamasını ve bir ‘hukuk karşısında herkesin eşit olduğu bir Cumhuriyet’ kavramında uzlaşmamızı istiyorum. Bunun için de farklılıkları yok etmeyi değil ortak bir kabul üzerinden farklılıkların korunmasını isterim. Bunun için de herkesi eleştiriyorum. Çünkü gerçek dost acıyı da söyler!
Fikren İslam’ın düşünsel özüne karşıt olan ‘Siyasal İslamcı’ fikirleri de bu amaçla çokça eleştiririm. Siyasal İslamcılık düşünsel çatışma içermeden, doğulan çevrenin kabulleri ile varolan bir şey. Tıpkı siyasal İslamcı belediyelerin yaptığı kaba heykeller misali. ‘Tanrının dağına ulaşmak için şeytanın vadisinden geçmek’ diye bir yolculuk ve içsel çatışma yok bunlarda. Sonuç olarak da siyasal İslamı kullanan şeytanların vadisini, Tanrının dağı sanıyorlar. Bunu eleştireni de şeytan ilan ediyorlar. Sheakspear’in “Şeytan da işine geldiğinde kutsal kitaplardan örnek verebilir” sözünün anlamından da bihaberler.
İşte büyük ve uzak dava iddialarının şekilsel kutsiyet iddiaları karşısındaki halleri ortada. Gavslar, şeyhler suskun, Filistin’deki zulüm karşısında. Kuru gürültülerine ses derseniz ayrı tabi. Ramazan’larda oruç tutmadı diye insan döven, gaspçı bir hırsızı ‘yerli-milli’ iş insanı diye arkasında Türk bayrağı ile TV’ye çıkaran ve sonrasında bu insanın itirafçı olarak ABD’de öttüğü, pudra şekercilerinin, şatafatlı yaşamları ile İslam’ın özüne aykırı olan ancak dillerinden inşallah, maşallah düşmeyen kara para aklayıcısı fenomenler, garanti paralarla iş yapan, vergileri affedilen, ilahiyat fakültesi binalarına adları verilen iş insanları vs vs… Bunlara tek kelime edemeyenler Starbucks önlerinde ya da Cola dökme eylemleri ile kendilerinden beklenmeyen ‘demokratik, şiddet içermeyen’ eylemler yapıyorlar. Aslında bu noktada güzel bir şey bu. Ancak şiddeti şirkete değil orada oturan insanlara ya da çalışanlara gösteriyorlar. Yani yine kendi insanına güçleri yetiyor. AİHM kararlarını uygulamayan ya da Anayasa Mahkemesi üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunacak cüreti gösterenler neden bu şirketleri kapatmıyorlar? Kemalistler mi engel oluyor? Elbetteki hayır. Hep aynı mekanizmayla konuşulan İslam, yerli-milli ancak uygulamada kapitalizmin ağa babalarına sonsuz saygı. Sözlerin ne anlamı var ki eylem ile desteklenmedikçe! İslam bunlar için kullanılacak bir üründen başka bir şey değil gibi.
İnsan kendi sesinin kötü de olsa kendine güzel görülmesi misali kendini avutmaya her zaman meyillidir ancak sosyal varlık olduğu için dıştakileri de bu avunmaya inandırmak ister. İşte bu insanı zavallı bir hale dönüştürür. Ortada pozisyon yokken Zeki Demirkubuz’un filmi üzerinden neden Gazze hakkında bir şey demedi diye boykot çağrısı yapmak tam da bu değil mi? Sıradan künt kitlenin Starbucks’da oturana saldırması misali entelektüel bir çiğlik örneği! Nasıl olsa Zeki münzevi bir hayat yaşıyor diyerek onu gözüne kestirip ona saldırmak acınası bir durum. Ancak ‘cehaletin umulmayan erdemi’ bu olsa gerek ki Demirkubuz, karanlığında yaşayana ışığını kendi tarzında tutmuş, halkın ve gerçeklerin sesi olmuş.
Yok öyle kapitalist şirketlere naif halka nobran davranmak! Tüm bunları Filistin’deki zulme sonuna kadar karşı çıkan, zulmedenleri destekleyenleri de kınayan biri olarak söylüyorum. Ancak artık yeter! Zulme karşıyım diyerek zulüm edilmez! Ve tüm siyasal İslamcılara da gerçeği görmeye davet ediyorum. Sizden öncekiler gibi halkın bir kısmını düşman görmeyi, aşağılamayı bırakın. Gerçek düşman olan kapitalizme karşı bir şeyler söyleyin ya da susun ki insan sanalım sizi. Kul hakkı önemseyen bir inanca sahip olduğunu söyleyenin korsan linki yollarım isteyene demesinin zavallılığı ve Fatih Terim olayını da haftaya konuşuruz. Unutmayın gerçekten seven eleştirir ve ne olursanız olun bu toprakların çocuğu olduğunuz için gerçek adına sizi uyarmak zorundayız.