Yunan yeni dalgası bir sinema akımı olarak özellikle festivallerde ilgi gördü. Lantimos’un “Köpek Dişi”, Avranas’ın “Şiddet Güzeli”, Makridis’in “Zavallı” filmi bu akımın öne çıkan örneklerinden birkaçı. Özellikle ilk çıkış zamanlarında bu tarzın belirgin özelliği toplumun en küçük örneklemi olarak aileye odaklanmaktı. Ancak seçilen aile örnekleminde baskıcı bir otorite eleştirisi yapabilmek için yaratılan baba karakterleri çok keskindi. Bu filmlerde baba karakterleri; sistemi, devleti yönetenleri temsil eder. Anne figürü ise daha ılımlı olmakla birlikte otoriteye hem bağımlı hem de çocuklar yani halk ile bağlantıyı sağlayan, onların otoriteye uyumuna yardım eden bir tavrı var. Anne hem kurban hem fail. Çocuklar da bu otorite altında zamanla bir kısmı dönüşür ve gelecekteki baba figürüne evrileceğinin işaretlerini gösterir. Kurbanlardan, fail çıkaran bir otoriter sistem. Tabi bir kısım kurban da arada harcanır.
Ucubelerden ve toplum dışı karakterlerden oluşan bir evren yaratıp, bir şekilde seyirciyi de bu evreni merak ettiren ve seyretmesini sağlama becerisi göstermek bence iyi yönetmenliktir. Bu yaratılan karakterleri bildiğimiz toplumsal ilişki ve davranışların çoğundan izole ederek anlatmanın avantajı da esas anlatılmak istenen konuya seyircinin odaklanmasını sağlamaktır. Bu filmlerdeki karakterlerin arkadaş çevresi yoktur. Toplumsal bağları da yoktur. Baba figürü üzerinden otorite sorgulanır.
Bir de bu tarz film yapısının Freudyen psikanaliz kaynaklı olduğunu düşünün. Yani iktidar/otorite kavramını cinsellik üzerinden ele alındığını. Ki baştan söyleyeyim ben bu yaklaşımı pek de tutmam. Elio Petri’nin “Her türlü kuşkunun ötesinde bir yurttaş hakkında soruşturma” filmi örneğin bu teze dayanır. Sosyalist bir yönetmenin 70’li yılların özgürlükçü ortamında yaptığı başarılı bir faşizm eleştirisidir. Ancak filmin Freudyen teoriye dayandığı kısmı bana göre zayıf kısmıdır. Faşizan, otoriter olanların aslında cinsellik anlamında eksikliklerini de bastırmanın/örtmenin bir yolu olarak görür Petri otoriterleşmeyi. Elbette olabilir ancak sanki karikatürize etmiş gibi bir izlenime de yol açıyor bu durum.
Hollywood sinemasının 76 yapımı Sidney Lümet’in “Şebeke” filmi ise sanki bu filme karşı yapılmış gibidir. Filmde, Faye Dunaway’ın oynadığı kapitalist sistemin hırslı yönetici kadın profilinin egosunu sarsan reddedilme karşısında erkek karaktere cinsel yetersizlik iddiası üzerinden aşağılamaya kalkması karşısında karakterin ‘ilkokulda mıyız ya’ demesi daha gerçekçi bir analiz gibi gelir bana. Aslında bu tarz cinsellik üzerinden yapılan Freudyen yaklaşımlar bence esasa zarar verici bir yorum. Ki Freud da libidinal enerjiyi aslında sadece cinselliğe sıkıştırmış değildi. Felsefi anlamda da tüm yaşam enerjisi olarak görülür.
Bu arada bu iki film de başyapıttır. Biri sosyalist bakış açısı ile bakarken bir İtalyan olarak diğeri bir ABD’li olarak kapitalist sistem içinde sol da dahil tüm fikirlerin birer araca dönüşmesini başarı ile anlatır.
İşte tüm bu iki tarzı birleştirip ortaya başarılı bir film çıkaran Ziya Demirel’in “Ela ile Hilmi ve Ali” filmi hakkında biraz konuşalım. Toplumdan izole karakterler var filmde. Hilmi, otorite figürü. Sistemimiz içinde saygın olan ODTÜ’den mezun bir mühendis ancak özel dersanede öğretmenlik yapıyor. Ela, ailesini depremde kaybetmiştir.
Hilminin öğrencisi yaşındadır ve eşidir. Üniversite sınavına hazırlanmaktadır. Ali ise kapıcının oğlu. Lise sınavına çalışıyor. Hilmi, öğretmenliği ve ekonomik gücü ile bu ikisi üzerinde otorite konumunda. Hilmi hayatı ıskalayan ama bir taraftan da sistemin gereğini yerine getirmiş başarılı biridir. Ancak gerçek hayat karşısında aslında tam bir kaybedendir. Tüm varlığını ve enerjisini bu araçlara odaklanarak geçirmiş. Bunların araçtan çok amaç olduğunu ve hayattaki her kapıyı açacak anahtar olduğuna inanarak zamanını geçirmiş. Sistem ona para kazandırmış, az çok itibar da edindirmiş ancak karşılığında onu ‘gerçek hayat’ karşısında karakter oluşturmasını engelleyerek bir ucubeye çevirmiş. Ezikliğini de sistemin dayattığı ve otoritesini sağlayan sınavlara sararak aşmaya çalışıyor. Bu yola mahkum bırakılan başka kendisi gibi kurbanları (Ela ve Ali) sömürerek bir karakter inşa etmeye çalışıyor. Kurbanlar da Hilmi gibi belli ki yoksul aile çocuğu yani sömürülmeye açık! Hilmi sistemin gösterdiği yolda ilerlemiş ve onun sınırları dışında hiçbir şeyi düşünmemiş bir mürit aslında. Dünyasının sınırlarını da bu sistem çiziyor. Gezmek yerine bilgisayar simülasyonunda uçak ile yolculuk yapıyor. Ya da cinselliği de gerçek anlamıyla yaşamak yerine porno filmler ile yaşıyor. Çünkü, Hilmi, özü sistem tarafından emilerek posası kalmış sistemin yarattığı bir ucube. Filmde çatışmayı yaratan ise Ela ile Ali arasındaki yakınlaşma. Bu Hilmi’nin bildiği dünyanın sınırlarını aşan güvensiz bir dünya demek. Ve Hilmi bocalar. Finaldeki yangında da hala öğretmenliğine ait belgeleri kurtarmaya çalışır. Çünkü sistemin yarattığı biridir o ve canından bile değerlidir onlar. Bu sistem tarafından ruhları tam olarak ele geçirilmeyen Ali ve Ela ise kaçarlar bu yangından.
Ülkemizin gündemine dair de güzel bir film aslında. İşte cehennemin kapısını kapatmak için kim var? HÜDA-PAR, Yeniden Refah gibi aktörlerin kazanımlarını elinden alma tehdidi altındaki cumhuriyet kadınlarımız ve Ela ile Ali gibi sistemin saçmalıkları tarafından tam olarak kirletilmemiş olan gençler. Belki de sistemin sömürüsüne maruz kalan kurban olan ancak kendini otorite sanan ekonomik kriz altında ezilen geniş halk kitleleri.
Ancak unutmayalım ki cehennemin kapısını kapatmak demek cennete girmek demek de değil! Muhalefetin gösterdiği milletvekili adaylarından da bu net olarak görülüyor zaten. Anlayacağınız bize şimdiden yine muhaliflik yine mücadele yolu görünüyor.
Cumhuriyet değerleri tartışılmaz oluncaya kadar mücadeleye devam. Kim bilir belki bir gün devrim bile gündemimizde olur.