25.12.2022
Park Chan-Wook: 60 yaşında, felsefe eğitimi almış, Güney Kore sinemasının dev çınarı.
Bana göre en iyi intikam ve aşk filmi olan “Oldboy” ile sinema tarihine damga vurmuş biri.
Son filmi “Ayrılma Kararı”nda ise estetik ve ruh olgunluğunun zirvesinde.
Güney Kore de bizim gibi 80’lerin sonuna kadar darbe yönetiminde ve feodal anlamda bir tarım toplumu. Sonraki sert ve hızlı kapitalistleşme süreci de malumunuz. Wook’un ilk filmlerindeki sertlik son filmlerinde kayboluyor. İlk olarak bu bana çok ilginç geliyor. Yaş alması mı? Kapitalizmin ilk başlangıcındaki sertliğin daha kabul edilebilir ya da zorunlu bir uyum sağlama, gerçek haline dönüşmesi mi? Onanan, saygılı duyulan bir sinemacı olması mı? Muhtemelen bu saydıklarımın hepsi etkili bu durumda.
Park-Chan Wook’u bırakalım da artık filmi hakkında konuşalım.
Film 138 dakikalık süresi ile yönetmenin yapmak istediği tüm estetik maharetini sergilemesi için iyi bir tercih. Ancak seyirciyi filmde tutma ve bütünlükten koparmama adına da zorlayıcı bir durum.
Wook yine aşkı işlemiş ve yine toplumsal olarak uç, radikal ya da ucube olarak görülen, yaşadıkları hayatın travmalarının onları toplum dışına ittiği, içe dönük ruh haline sahip, güçlü bir birey haline gelen insanlar ana karakterler.
Bunu yaparak karakterleri; konfor alanının dışına çıkmaya meyilli, aşk gibi konfor alanı ile uyumlu olmayan hatta günümüz dünyası için patolojik sayılabilecek bir duruma da elverişli hale getiriyor. Gerçekten Gerçekten kastım ne? Kapitalizmin günümüz dünyasının aşkını patolojik bir durum olarak kabul edişi. Çünkü bu tarz bir aşk insanın sorgulamasını sağlar. Gündelik hayatından koparır. Sosyal medyaya insanlar bir hafta girmese ya da tüketimi durdursa, yaşamları üzerine inzivaya çekilip düşünseler yani sistemin hiç istemediği bir şeyi yapsalar, ‘dursalar’, kapitalist dünyanın ritmini reddetseler ne olurdu? Bu büyük bir sorun olurdu günümüz sistemi adına. Onun için elbette sarsıcı, sorgulamaya neden olan gerçek aşkın yerine 14 Şubat gibi ‘kapitalist sistemin ritmine, ruhuna’ uygun şeyler tercih edilir. Zaten sistemin o tarihlerde öne çıkardığı sözüm ona aşk filmleri de sistemin örnek gösterdiği aşkı anlatır. Grinin elli tonu vs gibi.
Kocası cinayet şüphesi ile ölen bir Çinli kadın (ki sonrasında kocasının yolsuzluk yaptığı da anlışılır) ile davayı inceleyen polis arasındaki aşkı konu ediyor film.
Arka planda Çinli kadının ailesinin daha önce Kore için savaşan bir kahraman oluşu anlatılır. Bunun da etkisi ile göçmen olarak Kore’ye kabul edilmiştir. Annesinin hastalığı ve annesine bakmak için sağlıkçı olmasına rağmen annesinin ötenazi isteği ve ölünce küllerini eski yaşadığı yer olan Kore dağlarına savurmasını istemesi de karakterin geçmişi ile toplumsal konfor alanının dışına çıktığını ve bir ucubeye dönüştüğünü gösteren detaylardır.
Kadının tüm bu travmatik olduğu kadar manevi değeri de olan güçlü yaşanmışlıklarına rağmen kardeşinin para için bu değerleri yok sayması çiğ tavrı da patolojik de olsa iyi olan ile çiğ kötü ayrımına katkı sağlıyor.
Diğer taraftan polis olan sevgili ise konfor alanı içinde başarılı, eşi de polis olan biri. Ancak varoluşsal problemleri ona hayat bu değil sorgulamasına itmekte ve onu da dışarıdan değil ancak içeriden gelen bu travmalarla toplum dışı ucube haline dönüştürmektedir.
Ve filmin tanıtımlarında da kullanılan “sen beni sevdiğini söyledin ve aşkın bitti. Ben de ise başladı.” Kısmı ile kırılma yaşıyorlar. Yaşanan sisteme göre konfora daha fazla sahip olan erkek korkup rutinine sığınıyor. Kadın ise bu kırılganlığın ve hayatın genel yükü ile bir tür intihar denebilecek bir yola sürükleniyor. Sonrası sıradışı hikayeler için klasik son. Kadın tüm hayata direnme gücüne rağmen aşk ile yaralanmanın etkisi ile umudunu kaybeder, yaşamaya değer bulmadığı hayatta yaşam hakkından bir tür feragat eder.
Adam ise hem varoluş problemini hissetmeye devam eder ve rutin hayatın içinde boğulduğunu anlar. Bundan kurtulmasını sağlayabilecek fırsat olan aşk hayat tarafından bir şekilde tekrar karşısına çıkarılır. Ancak bu karşılaşma kadın için vedadır aslında. Erkek gerçek aşkın lanetini bilmez. Çünkü bu tür bir şeye rastlayıp da eski hayatına dönmek imkansızdır. Öyle de olur. Eşi onu bırakır, iş yerindeki arkadaşı ile evlenir. Çünkü hayatın rutinine bağlı kalanlar en küçük travma karşısında hemen en güvenilir ortama geçiş yapıp kendilerince huzurlu yaşam (mezara girmeden ölmek!) konumuna dönerler.
Sonuçta kadın gerçek aşk yüzünden gücünden vazgeçmiş ve hayata dair son umudunu yitirerek pasif olarak ölüm halini intiharla tamamlar. Umut yoksa yaşam neden olsun ki! Erkek de cesur olmamasının bedelini yaşam ile lanetlenerek öder. Aslında kadın, onu varlığını hissetmeye, yaşamaya zorlar ama o bundan korkar, kaçar.
Gibi dizisindeki tabut başında Feyyaz Yiğit’in söylediği “Love Bombing, Gastlighting, Ghosting ve ölüm” diye açıkladığı modern çiğ patolojik aşkın tam tersi olan muazzam bir aşk filmi, bir başyapıt “Ayrılma Kararı.”
Maalesef ülkemiz güncelinin saçmalıkları nedeniyle bu tür insana dair konulara girmesek de gözden kaçırılmaması gereken insanın özüne dair bir şölen bu film.
Son olarak gerçek aşkı işleyen Wong Kar Wai’nin “İn the mood for love” ya da Wim Wenders'in “Paris Texas” filmleri seviyesinde bir film bence. Ancak daha kalabalık oluşu, şehirli bir tarzı olması ve daha çok öne çıkanın aşkın hakkını veren, acısını çeken karakterin değil, korkup kaçan aşığın odağa alınması nedeniyle onlar kadar güçlü bir hissiyat oluşturmadığını düşünüyorum. Yine diğerleri gibi mistik bir yola sapmadan sonuna kadar gerçekçi ve somut dünyada kalma tercihi de bu durumda etkili bence.
Aşkı, insana dair konuları ön plana çıkarabileceğimiz bir yıl olması dileğiyle…