02.10.2024
Adana Havalimanına uçağımız iniyor. Çıkışta festivalin standı var. Festival tanıtım kitapçığını alıyorum. Servisle Adana merkeze doğru yola çıkıyoruz. Kitapçığa göz gezdiriyorum. Bir eleştirmenin yazısına denk geliyorum. Yalan değil normalde okumam, geçerim ancak Hitchcock’un ‘Bir sinema filminde en önemli 3 şey vardır: Senaryo, senaryo, senaryo’ sözünü iri puntolarla alıntıladığı için ustaya saygıdan okumaya karar veriyorum. Sinemamızın eskiden sosyolojik arka planı önemsediğinden yani ülkenin gerçekleriyle bağı olduğundan söz ediyor. Sonra sinemamızın günümüzde en etkili olan yönetmenlerini sayıyor ve bunların bunu bildiklerini ancak uygulamadıklarını, bireysel öyküleri konu edinen filmler yaptıklarından bahsediyor. Sonra da genç yönetmenlerin bu geçmişi bilmeden bunları taklit ettiğinden bahsediyor, onları eksik ve suçlu ilan ediyor. Eleştirmenleri de bunları uyarmamakla itham ediyor. Sonra da kendisi de senaryo danışmanlığı/doktorluğu yaptığı için senaryoların bu ‘teknik’ personele danışılmasını ve bunlara maddi karşılığının da verilmesinden bahsediyor. Vay be diyorum ‘bilip de yanlış bir şeyler yapmak insanı daha az mı suçlu yapıyor’ demek istiyor anlıyorum onu da otoriteler yanlış olsa da doğrudurlar, vicdanını rahatlatmak için de gariban genç yönetmenleri dövüyor. Finalde kendi ekmeğinin peşinde olduğunu ifade etmesine de şaşırıyorum. Görünüm olarak nahif biri ancak meselesi görünümü değil ne de olsa o bir düşünce insanı sonuçta! Bu haliyle saraydan ihale bekleyen müteahhitlere benziyor! Herkesin sarayı ayrı ve kendi meşrebine göre ne de olsa! Ve her güç isteyen kendine değil, biat ettiği otoriteden medet umuyor.
5 tane Türk filmi seyrettim ve sonra vazgeçtim. Gerçek her şeyin üstünde doğru ama gerçeğin acısı ile zehirlenmek diye bir şey de var. Sinema camiasına kendini kabul ettirmek adına meşrebine göre bira ya da çay içilen arkadaş ortamlarından doğan fikirlerle yapılan yapay filmler. Parça olarak da olsa, eksikte olsa arada bu topraklardan kaynaklandığını hissettiren şeyler içeren filmlerdi. Ancak bir tanesi inanılmaz, muazzam bir filmdi. Net bir şekilde Batının bizi kıskandığının kanıtıydı. Çünkü yönetmeni deneysel, yaratıcı bir film yapmıştı ancak uluslararası büyük festivallerden hiçbiri ciddiye almamıştı. Allah’tan Adana Film Festivali jürisi bu garabete son verdi! Yönetmen ABD’de doğsa Damien Chazelle misali 31’inde Oscar ödülünü alırdı çok net! Gel gör ki Türkiye doğumlu ve coğrafya kader işte.
Filmimiz yakın tarihimizin acı olaylarından birini konu ediniyor. 8 Ekim 1978’de yaşanan ‘Bahçelievler katliamı’ olarak bilinen olaydan ‘esinlenen’ bir film. Yönetmenimizin bu konuyu seçme nedeni ise ‘politik bir tema üzerine ancak siyasi bir film değil’ ve asıl amacı da ‘Bir insanla bir katili ayıran sınır nedir?’ Sorusunun peşine düşüyor e ülkemizde de artık bu konuyu işleyecek bir arka plan yok! Narin cinayeti, Rabia Naz cinayeti, Müge Anlı’nın programında işledikleri ya da X’te her gün gördüğümüz cinayetler, katliamlar hep İsveç’e dair. Yönetmen de ne yapsın el mahkum katil ile insanı ayıran nedir sorusunun cevabını böyle bir geçmiş olay üzerinden anlatmak zorunda kalmış.
Yönetmenin röportajı var orada ‘Hayatta hiçbir şeye dair böyle bir adanmışlık hissetmiyorum’ diyor. Festival boyunca seyrettiğim 17 filmden önce belediyenin tanıtım filmini gördük. Zeydan Karalar’ın ‘Sizleri ve Adana’yı çok sevdiğimizden adana adana çalışıyoruz’ sözlerini duyduk. Demek ki siyasette adanmak, bir şeylere sevgi duymak ve bağlanmak var ancak sanatta olmamalıymış. Sanatçı tamamen tarafsız olmalıymış. Belgeselciler misali. Hani belgeselcilerin bir ilkesi vardır ya; bir aslan, ceylan yavrularını yerken bile soğuk kanlı olmalı ve sadece çekmeliyiz! Yerli Damien Cahzelle’miz de bu bakış açısına sahip maşallah.
Bu arada Serdar Akar’ın zamanında çektiği “Barda” filminin ikincisi yakında çıkacakmış. Bence bu filmle birlikte artık buna gerek yok. Çünkü şiddeti ve gerilimi derinlik iddiasında olup da bu kadar yüzeysel kullanan bir film yapmak zor. Üstelik boş bir şiddet pornosundan başka bir şeye de hizmet etmiyor. İçeriğin derinliği olmadan biçimle işi kotarmaya çalışmak modern sanat denen saçmalığın da özü. Serginin duvarına muz kabuğu koymak gibi. Kendisi bir anlam ifade etmiyor işte o zaman da bu sergide yer alıyorsa bir anlamı olmalı diyerek ‘anlamsız, saçma olandan anlam çıkarmaya çalışan eleştirmenler devreye giriyor’ sanat gerçeği açıklayan değil, kendisi açıklanmaya muhtaç edilgen bir şeye dönüşüyor.
2001’de ülkemiz yine krizdeydi. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, ‘Nurcanım’ şarkısı ile ortalığı kasıp kavuran Davut Güloğlu’nun yapımcısını bizzat arayarak ‘ülkenin bulunduğu bu ortamda bu neşeli şarkı ile moralleri yükselttiniz’ demesi misali ben de ülkemizin medarı iftiharı yerli Damien Chazelle’mizi buradan tebrik etmek istiyorum. ‘Şiddetin, ekonomik krizin, adaletsizliğin hiç olmadığı ülkemizde bu acı gerçek olay üzerinden hem insan doğasına dair karanlık yönleri düşünmemizi sağladığınız hem de geçmişte kalan bu acıları konu edinerek geldiğimiz muazzam noktaya şükretmemizi sağladığınız için teşekkür ediyorum’ Haddim olmayarak naçizane bir tavsiyede de bulunmak istiyorum. Naziler, İŞİD misali yakarak inanç uğruna dünyada cehennemi bir tanrı misali yaşatan insanların ruh halini anlamak adına neden Madımak olayını arka plan yaparak bir film yapmayasınız ki? Ne de olsa özgürlükler ülkesiyiz. Katledilenler üzerinden insan doğasını anlatma noktasında özellikle!