26.02.2023
Paula, Londra’da müzisyen olan teyzesi ile yaşayan ve onun öldürülmesi ile hayatı ciddi hasar alan biridir. Sonrasında yeni bir yaşam kurmak içim İtalya’ya göç eder. O da müzik ile ilgilenir. Zaman geçer, yaralar az çok sarılır. Ve bir gün ekipten bir müzisyene aşık olur. Hocası da “aslolan yaşamdır, yüreğinin götürdüğü yere git” minvalinde sözler söyler ve bu kararında ona destek olur. Gençliğin ve aşkın da etkisi ile sevdiği adam olan Gregory Anton’un sürüklediği yolda ilerlemeye başlar. Anton, Paula’nın saflığı, mutlu olma isteği ve sevgi açlığını net olarak görmektedir. Paula bu ilişkiye kalbi ile bağlıyken, Anton aklı ile ve gizli bir ajandası varmış gibi hareket etmektedir. Parça parça Paula’nın özgüvenini kırar. Onu önce çok sevdiği müzikten koparır sonra da tüm toplumdan izole eder. Bunu yapmak için de onun ruh sağlığını bozacak hilelere başvurur. Örneğin ona verdiği hediyeyi çantasından gizlice alır sonra ‘onu taksana’ der. Bulamayınca da ‘çok unutkansın, dikkatsizsin’ der. Eve gelen hizmetçinin karşısında da benzer tuzaklar kurar ve onun kendisini toplumun gözünde eksik ve kötü hissetmesini sağlar.
Paula artık özgüveni kırılmış, sosyal hayattan koparılmış biri haline dönüşmüştür. O artık kendi ayaklarının üzerinde durabilen güçlü biri değildir. O, Anton’un varlığı ve lütfu ile ayakta durabilen bir bağımlıdır. O artık bir tür yoğun bakımda solunum cihazına bağlı bir hastadır, Anton ise onu hayatta tutan solunum cihazıdır! Paula da zamanla bu durumu ruhsal çöküntü yaratmasına rağmen kabul eder. Ta ki bir gün Brian Cameron adında bir polisin dikkatini çekinceye kadar. Çünkü Brian teyzesinin cinayetini bilmekte ve teyzesine de çocukluğundan beri hayrandır. Önce uzaktan izler. Sonra takip eder Anton’u. Eski cinayet dosyasını inceler. Ve en sonunda ruh hastası, takıntılı, acımasız biri olan Anton’un gerçek yüzünü ortaya çıkarır. Anton aslında Paula’nın teyzesinin katildir ve aradığı şey de onun teyzesine ait olan bir zümrüttür. O değerli mücevhere ulaşmak için de önüne çıkan her engeli (teyzesi, Paula vs vs) ortadan kaldırmaya çalışmıştır.
Bahsettiğim film 1944 yapımı George Cukor’un “Gastlight” filmidir. Şimdilerde insan ilişkilerinde sıkça kullanılan bir psikoloji terimine dönüşen “Gastlighting” de bu filmden esinlenerek oluşturulmuştur. Psikoloji ya da diğer alanlar geneli görmek yerine sadece kendi alanlarını bildikleri ve her şeyi de bu bilgi ile açıklamaya çalıştıkları için basit tanımlamalara gitmeyi olay hakkında nihai sözü söylemiş olarak görmekteler. Bu tür insanlar neden ortaya çıktığını modernite diye ifade edilen neoliberal insan modelini incelemeden değerlendirmek sorunlu.. Bütünü değil parçayı gören “uzmanlık” meselesine sonra değiniriz. O kadar yerimiz yok maalesef!
Ancak bu film bizim ülke olarak ruh halimizi de açıklamakta faydalı. Öncelikle Paula, Anton’u eş ve eşit olarak kendinden biri olarak görmektedir. Benzer ilişki; halkımız ile uzun yıllardır iktidarda tuttuğu zihniyet arasında da mevcuttur. En basitinden Çanakkale Destanı’nı yazmış bir millet söz konusu. Yani yeri geldiğinde kişiliğini ortaya koyabilen, dik durabilen, özgüveni yüksek bir millet. Filmdeki Paula misali bu milletin 20 milyon hanesini yardım, sadaka ile kendine bağımlı hale getiren bir zihniyet söz konusu. Paula’nın Anton ile tanışmadan önce başarılı bir müzik kariyeri varken, onu Anton’un kendine bağımlı hale getirmesi misali. Nietzche’nin “Zayıflar bizi kendi gücümüzden utanmaya zorladıkları için kazandılar” sözü gibi. Paula ya da halkımız kendi gücünü unutmakta hatta bu güçten utanmaya zorlanmaktadır. Yoksa bu zihniyet hangi cüretle “biz gidersek ülke yıkılır” diyebilir ki? Ya da 2. Dünya savaşı ve ambargo yıllarındaki kuyrukları hatta bizden önce buzdolabı yoktu gibi laflar edebilirdi ki?
Yine filmde Anton, Paula’nın iyi niyetini suistimal etmekte ve esas olarak zümrütü ele geçirmeye çalışmaktadır. Mevcut zihniyet de basına yansıdığı kadarıyla üç beş yandaş işadamı ve danışman adı altında ülkeyi yabancı şirketlerle beraber sömürmesi söz konusu olabilir miydi? Kaynaklar araçken, insanımız araç haline dönüştürülmüştür. Dikkat çekmemek ve kendilerinden biriymiş gibi görünmek için de kutsal sayılan değerlerde dahil her şeyi Makyevalist bir bakış ile “Hedefe giden yolda her şey mübahtır” düşüncesi ile sömürmekten, örtü olarak kullanmaktan çekinmemişlerdir.
İşte sonuç ortada. Muhtemelen yüz binden fazla canımız açgözlü müteahhitler, onlara izin veren denetleme görevini yerine getirmeyen kamu görevlileri ve ülkenin malvarlığını, kazanımlarını ele geçirmeye, sömürmeye devam edebilmek amacıyla, oy uğruna çıkarılan ilk depremde çökecek olan çürük binalara izin veren yasalar çıkaran zihniyet nedeniyle kaybettik!
Filmin finalindeki konuşma ile bitirelim. “Sabah güneş doğduğunda bazen gecenin olduğuna inanmak zordur.” Bu enkazın altından da elbette ülke olarak sağ çıkacağız. Ancak bu ülkeyi bir virüs misali kaynaklarını tüketen ve ülkeye değer katmayan bu zihniyetin enkaz altında kaldığı kesin! Çünkü bu ülkeyi sömürmek için sahte tarih üreten, sahte hayaller satan ve bu sayede de ülkenin en aşağılık muhafazakar görünümlü kapitalistlerce sömürülmesini kolaylaştıran tarikat, cemaatlere değil eli iş tutan bilim insanlarına, emekçilere ihtiyacı var.