27.08.2023
30 Ağustos Zafer Bayramı’nın 101.sini kutluyoruz. Sembolik olarak ülkemizin düşman işgalinden kurtulduğu günü anıyoruz. Düşmanın cephe hatlarımızı geçip zayiatlar verdiği ve moral olarak gerilemeye başladığımız bir anda Başkomutan Mustafa Kemal askeri dehasını ortaya koyan o meşhur sözü söyler “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz.” Vatan toprağını insanı ile bütünleştiren bir bakış açısı ve sonuç zafer. Biz Mustafa Kemal’den öğrendik vatanı bütün halinde ve bütünüyle sevmeyi. O bizim ilk öğretmenimizdi. Ancak geldiğimiz nokta ortada. Bir yerde, ki hat olarak düşünün Akbelen ormanlarını (ki vatanı vatan yapan en önemli değerlerden biridir) işgal ediliyor üç kuruşluk rant için. O cephe düşüyor. Toplumun bütününden ses yok! Sonra diğer cepheyi düşürüyorlar. Böyle böyle kaybediyoruz vatanı işte… Dışarıdan değil içeriden, işbirlikçiler ve günü kurtaran ucuz rantçılar yüzünden!
Daha önce de yazmıştım. Atatürk’ün hayranı olan Gandhi’nin bir sözünü. “Fakirin ahlakı olmaz.” Burada kasıt fakir ahlaksızdır değil. Esas anlatılmak istenen fakir için ahlak lüks bir kavramdır. Gündemi dışındadır. Meşhur sosyolog Maslow’un ihtiyaçlar piramidi de bunu anlatır. Halk fakirleştirilip, sadakanın sıra dışı bir durum değil rutin bir değer olduğu işlenerek, maddi-manevi mücadele hattından düşürüldüğü bu günlerde toplumun öncüsü olması gereken entelektüel ne yapmalı? Artık teoride ve dar bir çevrede kalmaktan çıkmalı öncelikle. Elini taşın altına koymalı. Halkı küçümsemek ya da suçlamak yerine halkla bütünleşmeli, onu anlamalı, teorik birikimini pratiğin gerçeği ile harmanlayıp yeniden ülke gerçeğimize uygun bir örgütlenme kurmalı.
Ancak bunu maalesef göremiyoruz. Bizler istifa değil, tamamen siyasetten çekilmelerini beklerken onlar kendi yenilgilerine bir yenilerini ekledikleri bu günlerde “Ama yenilgi rekorumuzu yeniledik, bir öncesine göre daha çok oy aldık” diyorlar. Kahroluyoruz. Hakarete uğramış, aptal yerine konmuş gibi hissediyoruz.
İşte bu üzüntü içerisinde teselli için mabedimiz sinemaya sığınıyoruz. Çiğdem Sezgin’in senaryosunu ve yönetmenliğini yaptığı “Suna” filmini izliyorum. Film bitiyor. Teselli ne kelime üzüntüm katmerleniyor. Halkımıza üzülürken, entelektüelimizden umut beklerken, entelektüelimizin halini görünce içimde daha da büyüyen bir acı oluşuyor.
Suna 40’lı yaşlarda ve kendinden yaşça büyük olan eşi ölmüş, geleneksel değerlere sahip, kayık yapımı ile uğraşan biriyle evleniyor. Suna daha önce tanıştığı ve birlikte çalıştığı, evlendiği adamın damadı olan Erol tarafından tanıştırılıyor bu adamla. Geçmişinde sonradan öğreniyoruz, Almancı biriyle evlenmiş, ayrılınca geri dönmüş, evlere temizliğe giderek geçimini sağlamaya çalışmış ve akrabalarının yanında kalmak zorunda olan biri Suna. Ve Karadeniz kıyısında bir köye geliyor. Suna daha ilk sahnede “özgürlük istiyor, eşinden” İçi doldurulmamış, mücadele ile elde edilmemiş ve başkasının insafına, lütfuna bağlı bir özgürlük! Tam da ülkemiz muhalif ve entelektüelinin tavrı değil mi bu? Sonrası malum daha başlangıçtan!
İşte komşuların iğneleyici tavırları. Kocasının imkanlarından yararlanıp, onun çizdiği kalıba uyamamak. Ve sonra yine bir başkasının insafına mahkum çıkış yolları arama çabası. Baştan kaybetmeye mahkum denemeler! Parası yok ancak alkol de almak istiyor. Birahaneci karakterinin ona Braveheart, freedoom diyerek takdir ediyor gibi görünmesi. Sonrasında yaşanan ilişki; istemli mi, tecavüz mü? Belirsiz ve karışık! Birahaneciye hayvan, aşağılık erkek mi diyeceğiz, sözümona feminizm adına! “Bir Rüya İçin Ağıt” filminde kadının düştüğü uyuşturucu bataklığında, uyuşturucu almak için bedenini kullandırması bir dramdı. Ancak bu saçma, temelsiz bir femiznizm olarak sunulmamıştı. Burada ise sırf kadın olduğu için, eylemlerinden münezzeh kutsanması gereken bir varlık olarak sunuluyor kadın. Ki bu kadınlara yapılabilecek en büyük hakaret. Karşıt olduklarını söyledikleri zihniyetin “kadınlar çiçektir, kutsaldır” demeleri ile aynı aslında. Kutsananın iradesi yoktur. Kutsanan korunmaya muhtaçtır da bir yönüyle çünkü.
İdealize edilen aşk ise bir sinema eleştirmeni karakteri. Ki bu karakter de çok steril ve teorik. O kadar kutsanıyor ve idealize ediliyor ki söz söylemeye insan çekiniyor. Ancak o da tam bizim entelektüelimiz misali telefonda övdüğü, beğendiği ve hakkında yazı yazdığı filmin yönetmeni ile konuşurken “Ben zaten sevmediğim filmleri yazmıyorum” diyor. Etliye sütlüye karışmayan biri. O kadar nahif ki! Kadın ona aşık olduğunu söylüyor, o donup kalıyor, bıraktığı sigaraya geri dönüyor.
Ve seks, film boyunca bir tür suç olarak algılanıyor. Tabi ki suç varsa, kurallara bağlı entelektüelimizin bu işlerde bezi olur mu hiç? Bir yönüyle de toplumsal kurallara, din emri gibi tabi olan insandan entelektüel olur mu? Kalıplara sıkışan insan entelektüel olabilir mi? Mevzu ülkemiz ise elbette olur. Çünkü bizim entelektüelimiz steril, dar alanında ancak fırtınalar koparır, ondan da kimsenin haberi olmaz.
Filmde, damadın polis ve askere karşı mesafeli ancak altı doldurulmayan duruşu da sembollere takılı kalma halinin bir göstergesi. Eskiden İsmet Özel “polistir babam cumhuriyetin bir kuludur.” Ya da “Yasal mermisiyle, bir komiser yaklaşmakta” derdi Yusuf Hayaloğlu. Muhafazakar ve sol camiada devlet ile araya bir mesafe konmaya çalışılırdı. Şimdilerde ise Kültür Bakanlığı’ndan para alınarak yapılan filmde ne idiği belirsiz bir sloganla yapılıyor bu!
İktidarın ne olduğu belli ancak muhalif zihniyetin hali de maalesef ondan geri kalır değil!