03.12.2023
İnsanlık tarihi akan bir nehir misalidir. Bu nehrin akışı; yan kolların katılması, eğimin değişmesi, dar bir alandan geçmesi gibi pek çok çevresel etki ile dışarıdan bakanlar için sakin ya da hırçın görünür. Bu hafta tarih nehrinin en hırçın ve kaotik görünen dönemlerinden Fransız İhtilali ve sonrasına yaptığı şahsi etkilerle tarihin akışını değiştiren, dönemin sembolü olan Napolyon’u anlatan filmi ele alalım.
Zamanın bu denli karmaşık ve hızla aktığı bir dönemin başat karakterinin askeri ve siyasi hayatının tamamını 160 dakikada anlatmak imkansız. Ne yapılabilirdi? Belki bir savaşı ya da siyasi olayı öne çıkarılıp bu durum üzerinden karakteri hakkında arka plan analiz edilebilirdi. 86 yaşında usta bir yönetmen olan Ridley Scott ise geçmişte yaptıklarının özgüveniyle, yaşının getirdiği özgürlük hissiyle ya da Napolyon’u konu edinmenin etkisi ile onun gibi cüretkar davranmış ve bütününü anlatmaya kalkmış. Hal böyle olunca da ‘değinmelerden’ ya da fotoğraflardan oluşan hızlandırılmış, yüzeysel bir film ortaya çıkmış. Klasik konu ya da öykü anlatan bir film değil. Sürekli ön planda Napolyon’un olduğu bir film. Napolyon her yerde ancak bütün halinde hiçbir yerinde filmin.
Filmin zayıf yönlerinin de faydaları var. Hızlandırılmış, yüzeysel anlatı örneğin Fransız Devriminin kaotik sürecini daha rahat görmemizi sağlıyor. Evet ortada devasa bir devrim var ve bu devrimin esas kaynağı insanların o zamanki iktidara, sisteme ve onun temsilcisi Kral’a karşı hoşnutsuzluğunun sonucu. Her gerçek devrim gibi aslında kendiliğinden şartlar sayesinde oluşan bir doğal süreç bu. Her devrim devirmek ile başlıyor. Sonrasında ona tarihte devrim adının verilmesini sağlayan şey olay anından sonra sürecin şekillenmesi ile oluyor. Bu hızlı anlatıda ne görüyoruz? Devrimin, Kralı asmakta bile kararsız kaldığını çünkü hemen idam edilmiyor Kral ve Kraliçe. Sonrasında özgüven arttıkça, eylemin gücü ve etkisine olan inanç görüldükçe cüret de artıyor devrimcilerde. Devrim bir şeyler başardıkça iktidar olma eğilimi de artıyor ve var olmaya devam ediyor. Danton, Roberts Pierre gibi filozof entelektüellerin liderlikleri kısa sürede bitiyor. Neden? Çünkü entelektüellerin dayandığı güç teori! Oysa teori bir hayalet ya da elbise gibidir. Pratik karşılığını da yaratmak gerek. İşte tam da bu sırada Korsikalı bir köylü ve sonrasında subay olarak orduya giren Napolyon en nihayetinde devrimi istikrara kavuşturan lider oluyor. Napolyon’un bu hızlandırılmış anlatıda daha net görülen bir özelliği var. Evet en nihayetinde imparator/kral oluyor ancak bu süreç boyunca defalarca girdiği savaşlar ya da politik manevraların sonucunda ölebilir ya da idam edilebilirdi. Çevrenin kaosuna meydan okuyan ve kellesini ortaya koyan bir doğal lider var ortada. Bizi düşünün Fransız Devrimi’ne zemin hazırlayan koşullarda yaşıyoruz. Açlık, sefalet, sömürü… Ancak muhalefet masa kuruyor ve pikachu seni seçtim diyerek ortak aday belirliyor. Doğal lider böyle bir şey olabilir mi? Napolyon’un her zorluğu aşmasındaki en büyük etken askeri başarılarıdır. Muhalefet liderlerine bakıyorum hangi başarıları var diye hiçbir şey göremiyorum. Napolyon ise Elba Adası dönüşü kendini tutuklamaya gelen askerlere eski başarılarını anlatarak ikna edip, onların da desteği ile tekrar imparator olabiliyor. Peki iktidar neye dayanıyor? Halkı siyasal İslam sembolleri ile ikna ederek ve garanti sözleşmelerle iş yapmasa bile kamudan aktarılan paralarla zengin olan ‘risk almadan kapitalist’ geçinen güruha dayanıyor. Napolyon kelle koltukta yaşıyor. İşte gerçek lider tam da budur. Aşk, devrim ve de gerçek yaşam kaybetme riski ile vardır. Cumhuriyet tarihimizin en kesin kazanılacak seçimini kaybeden bir muhalefetin siyaset hayatından çekilmesi gerekirken gerçekte olmayan bu yüzden de heyecan yaratmayan varlıkları ile siyaset meydanında var olmaya çalışmaları acınası bir durumdan başka nedir ki?
Sevgilisini parti yönetimine sokan çapsızların sözüm ona pespaye aşk hayatının zavallılığı mı yoksa Napolyon’un bir kadından öte bir arkadaş ve uçlarda yaşanan hayatının değişmeyeni Josephine’e olan aşkı mı daha değerli? Benimki de laf yani. Film Napolyon’u anlatmakta yetersiz derken ben de bu yazıda Napolyon’u bizim çapsızlarla karşılaştırarak tamamen ezmiş olabilirim.
İngiliz temsilciye karşı Napolyon’un diplomasi dili ile değil de halk ağzı ile racon kesmesi sahnesi de güzeldi. Scott defalarca gösterdiği gibi Napolyon’un halktan, köylü oluşunu vurgulamış bir kez daha. Bazıları Napolyon için ‘kendini kral ilan ederek devrime ihanet etti’ der. Oysa arada ciddi bir fark vardır. O ‘kralın halkı’ kavramının olduğu bir dönemde halktan biri olarak ‘halkın kralı’ olmuştur. Bugün için kabul edilebilir bir şey değil bu elbette ancak o dönem için büyük bir eylemdir bu. Öyle ya da böyle parlak, becerikli biri kral bile olabilir. Bu bile bir cumhuriyet kavramıdır. Ancak şimdilerde bizde yaşananlara baksanıza. En beceriksiz, hiçbir değer üretmeyenler iyi konumlara geliyor, para kazanıyorlar. İşte basında görüyoruz tırto imparator lakaplı üstat, öz çocuklarını harcayarak gerçek yüzünü yansıtıyor. Meğer o imparator değil, ‘para’tormuş. Böyle olur çürümenin parçası olan imparator da.