11.06.2024
Almanya’da çalışan radyolog bir arkadaşım İsviçre’ye geçmeyi düşündüğünü ancak ‘Almanların bile İsviçre’yi sıkıcı bulduğunu’ söyledi. Ben de kısa bir süre kalmış olmama rağmen şaşırdığım bir şeyi anlattım. İsviçre; Dünyanın en iyi saat markalarına sahip ancak işin ilginci zaman kavramına ihtiyaçları yokmuş, zaman durmuş gibi bir yer. Eski dünyanın refah toplumuna bir örnek İsviçre. Refah, bugünlerde insan olmayı hala başarabilen pek çok insan için Filistin’deki katliamı hatırlatır! Zamanın durduğu refah ancak cennette mümkündür. Peki bu refah nasıl var oldu İsviçre’de? İşte, canavar denen Hitler bile bu bir tür legal kara para aklayan merkeze dokunmadı savaşta. Canavarın dokunmadığı şey de canavara yakın değil midir? Geleceğin refah bölgeleri ise ‘zamandan, mekandan ve yasalardan kurtulan, özel yeni dünyaya ait seçkinlerin varlığının olduğu her yer olacak!’
Dergi 2 haftada bir yayınlanmaya başlayınca 7 yıllık rutin değişmiş oldu. Değişimler: yeni gelene uyumlanmayı içeriyor ancak en önemli faydası da değişen eskinin üzerinde insanın düşünmesini sağlıyor. Zaman aralığı değişince yazacak konuyu seçmek daha da zorlaşıyor. Tersi olacağı düşünülse de zorlaşıyor seçmek, çünkü gündem, filmler artıyor ancak ifade etmek için daha az sayı var. Bu da konunun çok ifade etmenin az olması anlamına geliyor ve bazılarını aktaramıyorsunuz. Tıpkı ülkemiz demokrasisi gibi. Ekonomi, sanayide, bilimde geri kalmış olmak, göç sorunu gibi gerçek yapısal sorunları her gün gündem yapması, çözüm arayışında olması gereken bir toplumsal siyasi örgütlenme anlayışı olmadığı için sadece beş yılda bir yapılan seçimde hepsi birikiyor. Sonra ne mi oluyor? Sınavlarla ömrü geçen bu ülkedeki çoğu insanın en az bir kez yaşadığı bir durum var. Sınav sorularını yetiştiremezsiniz ve kalan sorular ile ilgili de (4 yanlış bir doğruyu götürdüğü için) ya tutarsa diye bir umut diyerek öylesine atarsınız. Ülkemizin yaşadığı acı gerçeklik tam da bu değil midir? Seçim dönemi öne çıkarılan sahte sorunlar ve liderler, gerçek sorunlardan ve örgütlerden rol çalarlar. Atılan soruların tutması misali bir umuttan ibaret ülkemizdeki siyaset.
3. Dünya savaşının içindeyiz. Bunu tüm dünyada yükselen otoriter sağ partiler ve liderlerinden anlayabiliriz. Bu gerçeği kamufle eden ise göç krizlerinden dolayı bu partilerin yükseldiği iddiası. Her ne kadar Avrupa, Sovyet tehditi iddiası ile 2. Dünya savaşı sonrası bir tür ABD’nin desteği ve denetimi altında tutulmuş olsa da geleneği olan hatta otoriter denebilecek sıkılıkta devletler olduğu açıktır. Bu tür devletlerin, göç etmek zorunda kalan toplulukların, ait oldukları ülkeleri yangın yerine kendilerinin katkıları olduğunu ve göç dalgası oluşacağı gerçeğini öngörmemeleri akla uygun değil. (Giacomo Abbrrezese’nin -Disco Boy- filmi çok güzel anlatır, bu durumu) peki nasıl bu tür bir gerçeklik söz konusu?
Bizim gibi ülkelerde toplumsal örgütlenmiş demokrasi olmadığı için zaten adı demokrasi olan bir yönetim tarzımız var. En basitinden bunu anlamak için batılı bir siyaset bilimi ile ilgilenen akademisyene: Son Cumhurbaşkanlığı seçiminden önceki ekonomi politikası ile sonra uygulanan ekonomi politikasını gösterin diyeceği şey ülkede iktidar değiştiğidir. Oysa değişmedi. Demek ki ülkede siyaset bir sinema oyuncusunun profesyonelliği içinde icra ediliyor. Oyuncu dediğiniz bir filmde Minyeli Abdullah’ı başka bir filmde Deniz Gezmiş’i oynayabilir. Tabi burada senaryo ve yönetmenin esas belirleyici olduğunu unutmamak gerek. İşte bizde de aynı iktidar döneminde birbirine zıt pek çok politika gördük. Bu yözdilvari yazarlarımıza da bu çelişkileri göstererek varlık ve şöhret kazandıran bir durum. Ancak kesin olan şey oynayanlara değil de oynatanlara ve şartlara bakmak gerektiği.
Avrupa’daki durum ise biraz daha farklı. Ne de olsa onlar bizim gibi devletçi bir kapitalist sistemde değiller. Organik bir kapitalist süreç yaşamış devletler. Ancak onlardaki sorun tam da burada başlıyor. Devlet kaldı mı? Devletler, mevcut dünya düzeni içinde (adına küreselleşme dedikleri) çok uluslu şirketlerin sekreteryasını yapan kurumlara dönüştüler. İşte tam da bu noktada az önce bahsettiğimiz dergideki yayınlanma süresi değişiminin etkisi misali insanlar da bu değişimi algılamak ve öncesi-sonrası farkı görmek ve tartışmak zorunda. Bunu yapmazlarsa ne olur? Eskinin algısı ile yeni durum karşısında önce bocalar sonra da kaybeden olurlar. Batıda göçmen karşıtlığı nedeniyle aşırı sağ yükselmiyor aslında. Aşırı sağ halkın bir şeylere etki ettiği algısını yaratmak için, bir tür gaz almak için yükseliyor. Esas olarak ise küreselleşme etkisi ile gerçek güç olan çok uluslu şirketlerin daha da hızlı ilerlemesi için gereken bürokratik engelleri kaldırıp, karşıt gibi görünen bu iktidarlar sayesinde, halkın gönlünü alarak işlerini yürütmek için yükseliyorlar. Gerçek iktidar, ortamdaki gerçek güç sahibi düşmana karşı gelerek iktidar olabilir. Bu ‘yükselen’ iktidarların, düşman tanımı ise ‘zaten göç etmek zorunda kalarak zayıf halde oldukları açık olan göçmenler.’ Bu da Trump, Bolsanaro, Modi gibi popülist sağ zihniyetin klasik politikasına götürür. Medyaya ve olanı görmekten aciz vasat entelektüelin önüne abartılı söylemler ile çıkmak (ki bir tür kemik atmak misali, arkadaki gerçek gücü örtmeye yarar bu!) Vitrinde kültürel milliyetçi söylemler, ancak perde arkasında ekonomik olarak çok uluslu şirketlerin isteklerini yerini getirmek!
Sonuç olarak günümüz dünyasında demokrasi sadece bir oyundan ibaret, halkı oyuna dahil etmek ve dünyanın hala değişmediğine, yeni bir paradigmanın oluşmadığına inandırmak için.