11.09.2022
Uzun yıllardır tanıdığım, ara ara görüştüğüm psikiyatrist bir arkadaşım var. İdealist duygularla ve severek başladığı mesleğine karşı yıllar içinde yıprandı ve tükenmişliğin de etkisi ile neredeyse mesleğine küsme noktasına geldi. Mesleğine inancını, hevesini yitirdi. Mesleki okumalar yapan ve felsefe, psikoloji bilgisi devasa olan arkadaşım, süreçte yılmıştı. Bir gün Taksim Leman Kültür’de otururken ‘İnan ki kendime yetecek kadar param olsa; yani bir evim ve aylık geçimimi sağlayacak kadar bir miktar olsa mesleği bırakırım,’ dedi. Ne oldu ki dedim? ‘Hastaneye gitmek, hasta görmek artık işkence gibi geliyor,’ dedi. ‘Gördüğüm hastalar aslında hasta değil.’ Nasıl ya dedim? ‘Kadının mesleği yok, parası yok, kayınvalidesi de dahil hep birlikte kalıyorlar. Depresyona girmiş diye getiriyorlar. Ne yapabilirim ki? Depresyona girmemesi yanlış olur. Kayınvalide her şeyine karışıyor. Kocasına durumu söyleyince ya da kayınvalide kadını oğluna şikayet edince, kadına baskı yapıyorlar hatta şiddet uygulanıyor. Kadın açmazda. Çözümü ise ilaçlar ya da terapi değil ki. Çözüm bağımsız olacağı kadar parasının olmaması. Eskiden bu tür durumlar için çaba gösterirdim. Şiddet için başvuracağı kurumları söylerdim. Sonra bir baktım ki aile huzurunu bozduğum için şikayet ediliyorum. Yardım etmeye çalıştığım kadına baskı ile ailesi yaptırıyor. Zamanla gördüm ki batıda güçlü bir sosyal destek ekibinin sorunu çözdüğü ve psikiyatristin sadece geçiş döneminde destek verdiği bu tür meseleleri ben tek başıma halletmeye çalışmışım. Üstelik iyi niyetimin sonucu da huzur bozuculuk ve şikayet ile sonuçlanıyor. Hal böyle olunca zamanla ben de istemeye istemeye de olsa sisteme uydum. Sorunu bütün olarak çözmek yerine sadece anlık belirtiyi çözmeye yönelik tedavi düzenlemeye başladım. Sorun çözülmüyordu artık sadece sorunla yaşanmasına yardım ediyordum, kabullenilmesini sağlıyordum. Böyle ola ola da meslekten soğudum.’
Şimdilerde ülkemizde dizi sektörünün uyarlama hazinesi kitapların yazarı psikiyatrist Gülseren Budayıcıoğlu geldi aklıma. Budayıcıoğlu’nun kitapları “İstanbullu Gelin”, “Doğduğun Ev Kaderindir”, “Kırmızı Oda”, “Masumlar Apartmanı”, “Camdaki Kız” gibi çok izlenen dizilere ilham kaynağı olmuş. Bu dizilerde anlatılanlar arkadaşın yaşadıklarına tanıklık eder nitelikte.
Tüm bu dizilerde anlatılan karakterlerin ortak özellikleri saf ve temiz olmaları, maddi imkansızlıklarla ya da aile baskısı ile çaresizlik içinde kalmış, birey olma imkanı bulamayan, başkalarının ya da imkansızlıkların çizdiği kaderleri yaşayan insanlardan ibaret.
Ben bu dizileri gördüğümde aklıma hep Linklater’in “Hamburger Cumhuriyeti” filmindeki bir sahne geliyor. Film, ABD’de ki bir hamburger zincir şirketi üzerinden kapitalizmin fotoğrafını çekiyor. Emek sömürüsünü, insan sağlığının kâr uğruna hiçe sayılmasını, entrikaları vs. Bir sahnesinde iyi niyetli ancak bütün halinde kapitalizmi anlamayan ve çözümleyemeyen genç romantik çocukların, kesim için çiftlikte bekletilen inekleri kurtarmaya çalışması anlatılır. Çocuklar tel örgüleri keserler ve ineklerin kaçmasını beklerler. Hatta zorlarlar kaçmaları için. Ancak inekler kaçmazlar. Bu sahne bence çok vurucu bir sahnedir. İnsanın içinden gelmeyen, özümseyerek kabul etmediği, mücadele etmediği bir kurtuluş çözümünün olmayacağının göstergesidir. Sonunda kesilmek için bile olsa bu ineklere su, ot, altlarının temizlenmesi gibi imkanları sağlayarak mevcutta somut bir şeyler veren bir sistem karşısında ne olacağı bilinmeyen bir özgürlüğe kaçış fikri inekler için bile imkansızdır. İnekler özgürlüğün ne olduğunu bilmezler. Hatta sonlarının ne olacağını da bilmezler. Suya, ota ve temizliklerine bakarlar. Elbette insanlar biraz daha farklıdırlar. Zaten onun için de bu inekler gibi yaşatılan bu dizilerin kahramanları depresyona girer ve çıkış yolu ararlar en derinlerde.
Genelde bu karakterlerin birey olma çabasını izleriz. Ancak ilk başlarda onların geçimini sağlayan, hayatlarına yön veren karakterlerin ruhsal hastalıklarını paylaştıklarını görürüz. Bu paylaşılmış patolojik ruh hali bir yere kadar devam eder ancak bir yerde kırılır ve karakter geç yaşta da olsa kendi yolunu çizen bir birey olur.
Bu dizilerin çok sevilmesinin ve izlenmesinin altında yatan neden aslında toplumumuzun ciddi bir kısmının da bu halde oluşundan kaynaklanıyor. Kurtulmak istiyor ancak kurtulacak imkanı, cesareti bulamıyor. Bunu illa ki kayınvalidesinin laf sokmalarına katlanmak zorunda kalan genç bir kadın olarak tasavvur etmeyin. Üniversitedeki bir akademisyen de yükselmek için bölümündeki hocaların patolojik ruh hallerini paylaşmak zorunda kalıyor. İşin ilginci de bu dizilerdeki travmatik karakterler gibi öyle ya da böyle sonuçta birey olamıyorlar. Bu paylaşılmış patolojik ruh hali onlardaki birey olma potansiyeli taşıyan parçayı da genelde yok ediyor ve yükselip bir yerlere geldiklerinde aynı patolojik bozukluğu devam ettiriyorlar. Bir tür kayınvalidesinden şiddet gören genç kadının olayları aşamayıp bu ruh haline boyun eğmesi misali. İleride kendisi de kayınvalide olduğunda aynısını gelinine yapacak olması gibi. Paylaşılmış ve sürdürülen bir sorunlu ruh hali.
Ülkemizdeki; Muhafazakarlık-laiklik, Türk-Kürt, Sünni-Alevi ayrımı gibi çözümlenemeyen süregelen meseleleri olan bir toplumun bu dizileri çok izlemesinin bilinçaltında sizce de benzer bir mantıktan uzak bir algı ile duygusal olarak sorunlara bakan bir ruh hali yok mu? Akılla çözüm arayışı yoksa geriye sadece arabesk bir tavır kalır.