28.04.2024
Emma Donoghue’nün yaratıcı senaryosu, Lenny Abrahamson’un başarılı yönetmenliği ve Brie Larson’a sonuna kadar hak ettiği Oscar Ödülü’nü getiren oyunculuğu ile 2015 yapımı ‘Room’ filmi yeterince değeri bilinmemiş gerçek bir başyapıt. Çocuk yaşta, bir sapık tarafından kaçırılıp 7 yıl boyunca tecavüze uğrayan ve bir odada hapsedilen bir kadın ve çocuğunun öyküsü. İlk 45 dakikası bir odada geçen iğrenç esareti gösteriyor. Tamamen ‘yaşlı Nick’ adı verilen tecavüzcüsünün getireceği temel ihtiyaçlara muhtaç bir kadın ve çocuğu söz konusu. Kadın bu ağır travmanın etkisi ile olgunlaşmış ve bu iğrenç duruma rağmen hayata karşı savrulmak yerine, çocuğuna sarılarak, dik durmayı başarmış. Bu fiziki esaret ve ruhsal baskıya rağmen asla ruhu, bilinci esir olmamış biri. Mücadeleden ve umut etmekten asla vazgeçmemiş bir kahraman o! Çocuğunun beşinci doğum gününde asla vazgeçmediği mücadelesinin meyvesini alır ve özgürlüğüne kavuşur. Bu ilk bölüm geçenlerde Uganda’da yaşanan bir tarikat şeyhinin ölümü sonrası vasiyetinde ona bağlı kadın müritlerini cenazesine gelmemesini salık veren, eski tip ataerkil feodal kadını sosyal hayattan koparan baskıcı düşüncenin bir örneği gibi.
İkinci kısımda ise kadın 7 yıl sonra, eski çevresine dönmüştür ancak zaman pek çok şeyi değiştirmiştir. Anne-babası ayrılmış. Babası ise çocuğunu kabul etmemektedir. Bu da yeni hayatının ilk travmasıdır. Daha sonrasında da maddi nedenlerle basına röportaj vermesi ve bu süreçte de gazetecinin; çocuğu için mücadele eden kadını ‘Neden çocuğu serbest bırakmasını istemedin ve intiharı düşünmedin mi kurtulmak için?’ soruları ile tecavüzcüsü ile aynı düşüncenin benzerleri tarafından taciz edilmesinin travmasını yaşar. Kadın, intihara kalkışır ve son anda kurtarılır. Hastanedeyken, oğlunun ‘kendi gücünü saçından aldığına inandığı için daha önce kestirmediği saçını, kestirip ona gönderir.’ Ve bu basit sembol onu tekrar mücadeleci özüne döndürür. Bu ikinci kısımdaki tacizcilerden baba karakteri iyi eğitimlidir, soru soran gazeteci de hem iyi eğitimli hem de kadındır. Ancak ilk tacizciden görünümleri dışında aslında hiçbir yapısal farklılıkları yoktur.
Çocuk açısından da durum derin düşünmeye açıktır. Doğduğu ‘normal’ aslında aşırı anormal bir durumdur. Dış dünya ile tek bağlantı son ana kadar annesinin kendisini korumak için dolaba saklayarak görmesini engellediği tecavüzcü babasıdır. Bir de televizyondur. Bu inanılmaz bir deney gibidir de. Bir yönüyle insanın biyolojik olarak her şekilde yaşayabileceğini göstermekte, diğer taraftan da bir noktadan sonra sorguladığını kendine sunulan ‘normal’ denen hayatı! Bir başkası (ki filmde annesi) bu normal denilen esaretten kurtuluşu önerdiğinde ise insan doğasının bir başka paradoksu ortaya çıkar, çocuk değişimden korkarak mevcudu korumaya çalışır!
Ve filmin finali travmanın gerçekleştiği hapishane olan odayla yüzleşmek ile olanı olduğu gibi analiz edip aşmakla son bulur.
Hristiyan ve Yahudi inancında yasak meyvenin yenmesi ve Cennetten kovulmaya neden olması ile suçlanır kadın. Oysa suç denen şey ‘yaşamı’ başlatan şeydir. Her insanın bir kadından doğarak dünyaya gelmesi de kadınların Havva misali bir tür yanlış yorumla suç işlediğinin değil yaşamı başlattıkları anlamına gelmiyor mu? Kadını suçlamak aslında yaşamı suçlamaktır! Ve maalesef bu haksız suçlama devam etmektedir.
Martin Eden romanında; ‘Gerçekçilik benim ruhumun ayrılmaz bir parçasıdır, halbuki burjuva ruhu, gerçekten nefret eder. Burjuvazi korkaktır. Burjuvazi hayattan korkar,’ der. Yaşamın kaynağı olan kadından da korktuğu için kapitalizm, onu; ya eski feodal ataerkil yapının yanlış yorumlanan dini etkisi ile baskı altına alarak sosyal alandan uzaklaştırmakta ya da onu özünden uzaklaştıracak, tali yollara iterek boş işlerle meşgul etmektedir. Bunu da günümüz yüzeysel dünyasında çok rahatlıkla yapmaktadır. İşte yılın girişimci kadını seçilen kadın örneği ile ilgili basında yer alan iddialar ortada. 250 milyon dolar ciroya karşılık, en düşük ücretle çalışan memur kadar vergi vermekte, ancak iki Atatürk posteri ile Atatürkçü olmakta ya da lütuf olarak sunulan kadınları çalıştırmakla da feminist olmakta! Sahte diploma, 69 yaşında çıtır koca olayları da çabası!
Dilan Polat’ın aile travmaları üzerinden onu aklamak için program yapan ya da muhafazakar kitleyi sıradan iş değişikliği tavsiyesi için Peygamber’in Hicret olayını Ramazan ayında örnek vererek sömürmeye çalışan hatta zeytin yağının suyun üstüne çıkmasını; suyun alttan almasına bağlayan psikologların kutsal diplomasını kullanarak kafa karıştırıcılığına, yüzeyselliğe mahkum edilen kadınlar!
Sonuç olarak 1 Mayıs işçi bayramında net görünen bir şey var. Yaşamın kaynağı olan kadınlar olmadan ne Cumhuriyet değerleri korunabilir ne de bir devrim hayali kurulabilir. Çünkü kadın olmadan ne yaşam ne devrim mümkündür! Başta kadınlar ve gençler olmadan ne ülkemizin ne de dünyanın geleceği aydınlık olamaz. Bunun için de öncelik bunların kapitalist yaşamı sorgulamasına verilmeli. Yoksa ‘Erkeğin adam olduğu yerde kadına her gün 8 Mart’ diyen edilgen, başkasından medet uman, kendine güvenmeyen, gücünün farkına varmayanlar ile olacak şey, film misali yaşamın kapitalist dünyanın bir odasına mahkum edilmesinden başka bir şey olamaz!