25.10.2022
Geçenlerde ülkemizde sanat sineması yapan entelektüellerimizin dert edindikleri konulara değinmiştik ve görmüştük ki ülkenin çoğunluğunun meselelerinden uzak dertlere sahipler. Bu hafta ise İstanbul Film Festivali’nde yarışan uluslararası kategorideki filmlerin meselelerine bakalım ve toplum ile uyumumlarını inceleyelim.
İlk olarak Güney Amerika’dan katılan filmleri tetkik edelim. En büyük kaderi ABD’nin Güney Amerika ile bağlantı noktası olması olan Meksika’nın Sanctorum filmi ile başlangıcımız olsun.
Güney Amerika ülkelerinde ya da kendi ülkelerinde üretilen uyuşturucunun ABD’ye’ ‘kontrollü yasa dışı’ satışının en büyük gelir kapısı olduğu bir ülkeden söz ediyoruz: Meksika’dan. Uzak bir köyünde marihuana üreticisi çiftçilerin; uyuşturucu çeteleri ve devletin çeteleşmiş güçleri arasında kalışları ve çaresizliklerini anlatıyor. Küçük çaplı örgütlenmeleri de bu kendilerine göre devasa olan güçler karşısında bir anlam ifade etmiyor. Durum böyle olunca da çaresizlik onları mistik güçlerden medet uman bir sahipsizliğe itiyor.
Uruguay filmi olan ‘Denizaltısı da Olsun İsteyen Cam Temizleyici’ lüks bir yolcu gemisinde çalışan bir can temizleyici genç adamın gemide keşfettiği bir kapı aracılığı ile Güney Amerika’da tek başına yaşayan bir kadının dairesine ve Filipinler’de bir dağ köyüne açılan kulübe üzerinden, hem aynı anda farklı yaşamların varlığını ve bunların bağlantılı olduğunu anlatan. Sıra dışı bir durum karşısında herkesin kendi toplumsal ve bireysel bakış açısı ile olayları yorumladığını, tepki verdiğini gösteren güzel bir filmdi.
Brezilya filmi ‘Sarı Hayvan’ festivalin en iyi filmlerinden biriydi. Yönetmenin kendi ifadesi ile ‘Ne Avrupalı, ne siyah, ne de yerli halktan olmayan bir beyaz’ olarak kendi yaşam gerçeği ile Brezilya’nın geçmişini iç içe geçirerek ülkesinin ve kendisinin garip varoluşunu sorguluyor. Portekizli ilk sömürgecilere dayanan kökenine rağmen Avrupalı olarak kabul edilmez Brezilyalı beyazlar da. Diğer taraftan Afrika’dan 5 milyon siyahi köle getiren de, 10 milyon yerli halkı öldüren de yönetmenin de dahil olduğu ve bu anda Brezilya’yı yöneten Bolsanaro gibilerin atalarıdır. Bu yüzleşme çabası bizlere Brezilya gerçeğinin kapılarını aralamaktadır. Ki geçen yaz tarım arazisi oluşturmak amacıyla yakılan yağmur ormanları ve öldürülen, sürülen yerli halkı da hatırlayınca daha da anlamlı bir film haline geliyor.
ABD filmi ‘Mickey ve Ayı’ ise Irak işgalinde görev alan bir ABD’li askerin evine döndükten sonra eşini kanserden kaybetmesi ve yaşanan bunca yükü kaldıramayıp kendisini alkole vermesi üzerine, kızının hem ona bakıp hem de tüm bu yüke rağmen kendi yolunu çizmeye çalışmasını anlatan güzel bir filmdi. Bir büyüme hikayesi diye nitelendirilebilir. Aynı zamanda da ABD rüyasının sadece bir rüya olduğunu da gösterebilmiş.
…
Gelelim Avrupa’dan katılan filmlere.
İlk olarak İzlanda filmi Yankılar’a bakalım. Noel arefesinde İzlanda’dan çeşitli insanların yaşamından kareler içeren film, ‘Kadın Savaşta’ filmi misali eskiden kendi huzuru içinde, etliye sütlüye karışmayan, görece refah ülkesi olan 300 bin nüfuslu ada ülkesi olan İzlanda’daki huzursuzluğu anlatıyor. Bu durumun nedeni olarak da kapılarını çalan küreselleşme ve kapitalizm gerçeğini vurguluyor. Filmde geçen ‘Anlaşamadığımız noktasında anlaşmamızdan sıkıldım’ repliği çok değerliydi. Çünkü kapıyı çalan canavar karşısında bu tarz romantizmin işe yaramayacağının farkında gibiler.
İrlanda filmi ‘Öteki Kuzu’ yükselen feminist dalganın sesi olan filmlerden biri. Bir şekilde toplum tarafından örselenmiş ve dışlanmış, kaybeden haline getirilen kadınlardan ve bunları dini altyapı ile yöneten bir erkeğin hikayesi. Kadınlar sürü, erkekler ise çobanları! Bu saçma yapı aslında mevcut dünyamızdaki durumun minyatürü olarak gösteriliyor ve dış dünyayı temsil eden birileri ile temas kurulunca başka yere göç ediliyor. Mevcut dünyada kadınlara karşı takınılan tavrın ancak eskinin kabul edilemez sapkın, baskıcı tavrının sürdürülmesi ile mümkün olduğunu, ancak filmdeki dışarıdan gelen müdahalenin temsil ettiği ‘geleceğin dünyasının’ bu saçma durumun sürdürülmesini kıracağını ve bunun da yine ezilen kadınların kendi kabuklarını kırması ile gerçekleşeceğini anlatan bir film. Yunan yeni dalgasının ‘Lanthimos, Avranas, Makridis’ gibi yönetmenlerinin yapmaya çalıştığı bir kesiti ele alıp bütünü yansıtma iddiasına benzer bir mantığı var filmin ve bunu başarılı bir şekilde yapmış bence.
Kosova filmi ‘Yabancı’, Almanya’da göçmenliğin zorluğunu anlatan ve suçu sistemde değil göç edenlerin ve onlara karşı olan ırkçıların kişilik sorunlarında arayan kafası karışık bir film.
Mısır filmi ‘Luksor’ oryantalist bir aşk ve varoluş öyküsü. Teknik, anlatım becerisi, oyunculuk iyi olsa da öykünmeci tavrı ile tam Sisi dönemine yakışır bir film. Nerede o Diab’ın ‘Çatışma’ filmi dedirtiyor.
Almanya filmi ‘Koza’ LGBT filmi. Almanya için anlaşılabilir bir film. Filmde dedikleri gibi ‘Biz fakir bir ülke miyiz ki pamuk yiyorsunuz?’ Diyet için pamuk yiyen kızına annesi bu lafı söylüyor! Fakirliği aşmışsanız elbette diğer konuları öncelik yapmanız doğal.
Polonya filmi ‘Kış Dili’ ve Ukrayna filmi ‘Atlantis’i’ daha sonra değerlendirelim.
Ancak bu anlattığım filmleri görünce içinden çıktıkları toplumla öyle ya da böyle bir bağ kurabilen ve toplumlarının sorunlarını sinemaya taşıyan, tartışan bir anlayış görüyoruz. Bu durum bizde neden yok? Bu toplumun dertlerini kim anlatacak, tartışacak sinemada? İranlı yönetmenler mi?
Sonuç olarak sinema ya gerçeği beyaz ekrana yansıtır ya da kapitalist gerçekleri anlatmayarak sömürüye dolaylı olarak ortak olur!