11.12.2022
“Karanlık gece”, “Kurak Günler”… Birbirine benzer ruh halinde iki film. İkisi de ödüller aldı. Sinematografik anlamda iki film de yönetmenlerin yetkinliklerinin göstergesi. Belli seviyede toplumca yaşadığımız kaosun arkaplanını açıklamaya çalışan filmler. İki filmde de haksızlığa, zulme uğrayan BİREYLER ve bunları linç eden/etmeye çalışan TOPLUM var. Bu başroldeki bireyler bu toprakların (saçma da olsa) kirli sokaklarında hiç oynamamış gibiler. İzole, steril farklı bir dünyanın sokaklarından gelmiş gibiler. Belki 68’in Paris’inin hippisi olarak takılan ve sonrasında da takım elbiseli, plazalarda çalışan, Kuzey ve Batı Afrika’nın sömürülmesi için finansman şirketi olan bir yöneticinin çocukları gibiler. Oturup kalkmasını bilen, müzikten anlayan, hatta Afrika kabilelerinin otantik müziklerinden bile hoşlanan, kitap okuyan, naif bireyler.
Bu naif/pürü pak bireylere bakınca ilk hissettiğim iyi de ne işleri var bu kasabada. Bir de nasıl bu kadar yaşadıkları toplumu tanımazlar. Biri savcı olmuş örneğin. Nasıl olmuş bu sistemde? Referans olmadan olunmaz iddiaları ortada. Bu referans da tarikat-cemaat-parti vs referansı diyorlar. Yanıklar kasabasının vahşi ve doğuştan kötü halkı ve onlara benzeyen yöneticilerinin hiç mi parti il başkanı yok yahu? Bak yakın zamanda basında yer alan bir olay aklıma geldi. Bir batı ilimizde, küçük bir ilçenin, iktidarın küçük ortağının parti başkanı adliyede bir kavgaya karışıyor, devletin hakimi/savcısına tehditler savuruyor. Onlar da gözaltına alıyor. Sonra ne mi oluyor? Doğudaki ücra bir şehrimizin ücra bir ilçesine görevlendiriliyor/sürülüyorlar. Gerçeğimiz bu yani haksızlık yapmayın toplumsal linçe gerek kalmayacak kadar evrimleşti ülkemiz!
İşin acı tarafı bu filmler iyi niyetli desek bile işin kolaycılığına kaçıyorlar. İdealize edilen ancak bu toplumdan değilmiş hissi uyandıran batılı başroller var. Bir de bunları linç eden/etmeye çalışan org sürüsü bir toplum. İdealize edilen başroller toplumun cahilliğini görüyorlar ancak bunu düzeltmek/dönüştürmek adına hiçbir şey yapmıyorlar. Hatta menfaatleri için toplumu manipüle eden bu sahtekar yöneticileri hedefe alıp, halkı aydınlatma ya da aydınlatılabileceğine dair bir umut bile taşımıyorlar. “Umut” filmin adı misali kurak bir umut. Tam linç edilecekken, ilerici/aydın başrollerin önemsedikleri su sorunu sonucu oluşan obruk karakterleri kurtarır. Ya da ölür karakterimiz ama türü tükendi denen Anadolu kaplanını görürür.
Sinema bir illüzyondur. Gerçeği de yalanı da fantastik düşüncelerimizi de yansıtabiliriz. Bir tür araçtır. İyiye de kötüye de kullanılabilir. Karanlığa karşı bir mum da yakılabilir, sadece küfür de edilebilir. Kesin olan tarihin bize öğrettiği şey şu ki sadece küfrederek aydınlanan hiçbir karanlık yok!
Bu filmler afilli, fiyakalı muhalif görünseler de aslında küfretmekten öte bir şey yapmıyorlar. Bu küfürleri eden benzer yapıdaki seyircinin gerçek anlamda politik olarak yönlendirilebilecek hislerini de sadece küfretme ve bu ülkeden bir b.k olmaz hissiyatını pekiştirmeye yarıyor. Gerçeklerden uzaklaştırarak, mücadele edecekleri toplumsal politik bir zemine yönlendirmekten daha da uzaklaştırıyor. Elini taşın altına sokmaya teşvik etmiyor, seyreden entelektüel diyebileceğimiz insanları.
Emin Alper bu filminde teknik anlamda ne kadar maharetli olduğunu fazlası ile kanıtlamış hatta şov yapıyor diyebiliriz. Gerçekten istese politik, korku-gerilim, erotik, kuir film çekebilir. Farklı türlerde başarılı olabileceğini kanıtlamış. İnşallah, Cannes FF’de bu yönü birilerinin dikkatini çekmiştir. Bu topraklardan bir yönetmenin bir Holywood filmi yönetmesini kim istemez. Meksika’nın İnnaritu’su varsa bizim de Emin Alper’imiz var deriz.
İki filmin de ilginç bir ortak özelliği, sonrasında yönetmenlerinin yaptıkları ya da iktidarın onlara yaptıkları ile sinema dışında da bir mesele olarak tartışmaya neden olmaları oldu. Diğerini konuşmuştuk. “Kurak Günler” ise Kültür Bakanlığı’nın verdiği desteği geri istemesi ile gündem oldu. Bunun kabul edilebilecek tarafı yok. Bence ciddi haksızlık. Ancak kendi şirketine kamu adına kendisinin teşvik verdiği iddia edilen bir bakanın da yanlış yapacağına ihtimal vermiyorum. Ne de olsa yaptıkları ortada.
İşin ilginci birbirlerine karşı gibi görünseler de aslında benzerler. Kültür Bakanlığı “Enjoy, I'm vaccinated” yani ben aşılıyım, keyfine bak diye yabancı ve de paralı insanlara hoş görünecek kampanya yapmıştı. Emin Alper de hınzır bir kuir erotik tarza arada kayan ve oryantalist bir bakış ile batıda kabul görecek bir film yapmış. Ama ikisi de Batılı egemenler karşısında aynı saftalar. Ait oldukları tabanlarını da düşünerek kutuplaşmaya da mecburlar.
O sırada Türkiye’de neler oluyor… 6 yaşındaki kız çocuğu, İslamı kendine kalkan edinen aşağılık zihniyette insanlarca tecavüze uğruyor. Olayın kanıtları kapatılamayacak derecede fazla olunca da münferit olay denip birkaç ceza ile sürece yayıp soğutularak kapatılacak. Entelektüel ne yapmalı bu durumda? Bu İslamı sömüren/kalkan yapan karanlığa karşı sadece küfür mü etmeli? Yoksa o karanlığı ve karanlıkta kalanları aydınlatacak bir çaba içinde mi olmalı? Elbette ikincisi olmalı. Ancak bu da topluma inmeyi, onu anlamaya gerektirir. Oysa yargılayıp, mahkum etmek en kolayı! Entelektüel kolaycılığı kabul etmeyen insandır. Gerçeği sadece gören değil onu değiştirmeye de çalışandır. Diğer türlüsü gerçeği itibar için kullanılan bir araca dönüştürür.
Geçenlerde “Soroya’yı Taşlamak” filmini konuştuk. Erkek egemen İslam sömürüsü sonucu oluşan yobazlığın toplumsal histeri anlamında zirve noktası olan recm olayını anlatıyordu. Resulof, Panahi filmlerinde de gördüğüm şey toplumlarını seviyorlar ve dönüşecekleri umutları ve mücadeleleri var. Bizimkiler ise “Dogville” filminin finalindeki Nicole Kidman misali acımasızlar toplumlarına karşı. İktidarın cemaat-tarikatları bunların da yüzde birlik kitlesi…
Ne kadar da yalnızız halk olarak!