22.05.2022
Eski Türkiye’de Dünyayı gezen, pek çok ülkeyi ve kültürünü az çok anlatan seyahat programları vardı. En ünlüsü Barış Manço’nun “Dönence Dünya Turu” programıydı. Sonra Fetullahçıların Samanyolu TV’sinde “Ayna” programı vardı. Hem Dünyayı gezerdi hem de gezdikleri yerlerdeki cemaat okullarına mutlaka uğrarlardı. Asıl amaç cemaatin reklamı ve güç gösterisi olsa da az çok farklı dünyalar görürdük. Tabi o zamanlar internet günümüzdeki kadar yaygın değildi. Yine de Dünyanın geri kalanın dertleri, sevinçleri kısacası yaşadıkları yer ve yaşam koşulları hakkında bir merak vardı. Vardı ancak tüm dertlerimize rağmen bizler ‘Dünyanın en güzel ülkesindeydik’ en azından böyle bir hissiyat içimizde bir yerlerde illa ki vardı. Çünkü umut vardı! En hamasi milliyetçiler bile yine ölümü kutsarlardı ama ölüm nedenleri arasında ‘Irmağının akışına’ da vardı. Şimdikiler ırmakları HES yapıyor, maden arayacağız diye eskiden ‘düzlüğüne yokuşuna ölünen’ topraklar bugün sülfürik asit havuzları ile geri dönüşsüz bir şekilde havası, suyu, böceği, insanı ile öldürüyor. Üstelik bunlar şimdinin ‘Toy beyi’ ‘Aksakallı’ seçilen ve sistemin kutsadığı ‘yerli-milli’ denen siyasetçinin memleketinde yapılıyor. O ise tek kelime etmiyor. Demek ki yeni milliyetçilikte ölünen değerler değişmiş! Öldürülen ise insanı dahil tüm yurt! Üstelik bu kez sanki düşmanmış gibi öz ülkesinin sadece insanını değil suyunu, havasını, tüm canlılarını öldürüyorlar. İşler değişmiş. Zaman işte her şeyi değiştiriyor.
Aslında yazı şöyle başlayacaktı ‘Bu hafta Norveç’e gidiyoruz. Joachim Trier’in son filmi “Dünyanın En Kötü İnsanı” filmini ve ana karakter Julie’nin hayatına konuk olacağız.’ Ama bir an düşündüm başkasını incelemek için ortada bir kendimiz kavramının olması gerek! Düşündüm. Biraz daha düşündüm ancak bulabildiğim günümüzde yaşayan bir ‘Biz’ kavramı neredeyse yok! Şahsi faydaları için din, millet, toprak gibi bir toplumun önemli kavramlarını maske olarak kullanan ve yok eden bir anlayış ortada bir kara delik misali bir yok oluştan başka bir şey bırakmamışlar. Maden aramak için dağlarımızı, ırmaklarımızı yok ediyorlar ortada kimse yok! Elin hırsız godamanlarına ‘av sporu’ adı altında özel izinle türü tükenen hayvanlarını öldürme izni veriliyor. Bu vatan için eskiden öleceğini söyleyenler şimdilerde vatanı öldürüyorlar!
Filme dönmeye çalışalım. Julie adında bir genç kadının hikayesi anlatılıyor. Julie, başarılı bir öğrenci. Bunun da etkisi ile tıp fakültesine giriyor. Bir süre sonra doktorluğun ona göre olmadığını anlıyor ve bırakıyor. Sonra psikolojiye giriyor. Onu da bırakıyor. Fotoğrafçılık bölümüne giriyor. O da pek sarmıyor. Bir taraftan da bir kitapçıda çalışarak ‘kendi ayaklarının üzerinde duracak kadar para kazanıyor’ ve yaşamına devam ediyor. İlişkileri oluyor. Meslek seçimi gibi hayatının aşkı arayışı da kararsızlıklar ile sürüyor. Neredeyse Julie, Hamlet’ten daha kararsız biri. Hamlet’e dayatılan bir sorun vardı ve bu sorunu aşmak için kıvranıyordu. Julie’ye ise dayatılan bir dert yok aslında. Julie’nin derdi yaşamın ta kendisi. Ama Julie bizim gibi ülkeden anlamsız gibi görünse de hayatta kendini arayan biri. Bu arama yolculuğunda da bulunduğu coğrafyanın imkanları ile ‘hata yapma özgürlüğünü’ sonuna kadar kullanıyor. Deneme yanılma yolu ile epeyce de yol alıyor aslında. Bu noktaya kadar film bizlere uzak kalıyor.
Düşünsenize daha önce yazdık Tıp fakültesi öğrencisi Enes Kara hem kaldığı cemaat evinden memnuniyetsizliği hem de doktor olmak istemediği için hayatını değiştirmek istemiş ancak başarısız olmuş ve sonunda da maalesef intihar etmişti. Julie kadar şanslı değildi Enes. Varoluşunu, benliğini keşif yolculuğu hayatının baharında yok oluşu ile sonlanmıştı. Pek çok örnek var. Adana Aladağ’da kaldıkları cemaat yurdunda yanarak ölen genç kızlarımız gibi. Bizim çocuklarımız bizim değil! Kendilerini bulma yolculukları yok! Birey olma hakları yok. Cemaatlerin ve kapitalist şirketlerin karanlığının yayılması için kullanılıyorlar.
Konserler yasaklanıyor. Ahlaksızlık iddiası ile. Tabi kılıf güvenlik ve diğer bürokratik gerekçeler. Genç kadınlarımız sosyal alanda bulundukları an birer potansiyel kurban konumuna indirgenmiş konumda. Öyle Julie gibi ‘birey olma’ vücudunun tümünün hakimi olma, kendi başına karar verme lüksü yok! Julie, bizdeki gibi “Gece orada ne işi vardı, alkol almış zaten, öyle giyinirse olacağı bu” gibi ahmakça sözlerle uğradıkları saldırıları hak ettiği imasında bulunmaya kimsenin cüret edemediği bir dünyada yaşıyor. Bu haliyle sözde Müslümanlar ve tek derdi faydaları olan kapitalistlerin ülkeyi kara delik gibi yutması misali bir durumdayız. Ve insanca yaşanabilecek bir dünyadan kara delik tarafından yutulmuş gibi uzaktayız. Ne de olsa ışığı bile yutuyor kara delikler. Topyekün karanlığa gömülmüş gibiyiz!
Filmin bizler de dahil herkesin anlayacağı ve evrenselliğini sağlayan noktası ise ölüm. Evet “Ölüm eşitliyor” insanlığı, doğru ancak o tanrının meselesi. Bizlerin meselesi “insanca yaşamda eşitlenmek” olmalı!