18.12.2022
Sinemada önceliğimiz toplumsal ayrımcılıkları yok etmek, ülkenin gündemini sanal, geride kalması, aşılması gereken konuları çözüm olması gereken zemine yani üretim, bilim, eğitim, eşitlik gibi gerçek konular olmalı.
Gogol’un “Ölü Canlar” Çarlık Rusya’sının sayıların manipülasyonu ile sömürüldüğünü, Gonçarov’un “Oblomov” kitabı Ştolts karakteri üzerinden durmanın değil çalışmanın övüldüğü bir yön verir. Çarlığın çürüyen ve yıkılmaya yüz tutan son demlerinde toplumlarını eksikler ile açıklayan ve olması gerekeni de gösteren aydınlar ile doludur dönemin Rusyası.
Uzatmayalım. İran’a gidelim bu hafta. Ali Abbasi’nin “Kutsal Örümcek” filmini konuşalım. Film İran’ın geleceği adına (İranlıların başka filmlerinde de gördüğümüz gibi) umut vaadediyor. Çünkü İran sinemasının politik filmleri; çiğlikten uzak, isimlerle uğraşmayan, halkının maruz kaldığı durumun farkında olan, bunu her yönüyle açıklamaya muktedir ve halkına güvenerek, onlara karşı sevgi ile yaklaşarak, aşağılamadan onları da yanlarına alarak geleceğin İran’ına hazırlık yapıyorlar. Tıpkı yukarıda anlattığım çarlığın son demlerindeki Rus entelektüelleri gibi.
Sevdiğim bir arkadaşımın sade ve net şekilde açıkladığı gibi “Biz de İslamın erkeğe indiği ve onların da kadınlara öğrettiği gibi bir anlayış var.” Sonuna kadar haklı. Haliyle de kadın geleneksel yorumda ikinci sınıf muamelesi görmekte.
Film tam da merkezine bu anlayışı almakta. Her ne kadar emperyal sistemin kontrolü sağlamak için yaptığı/desteklediği bir savaş da olsa başroldeki katil İran/Irak savaşında yer alan bir gazidir. Bu savaşı ranta/itibara çeviren gazi derneği başkanı ile konuşması aslında katilin esas travmasının kaynağını da göstermektedir. “Savaş daha iyiydi” der. Tanoviç aynı sözü “Bir Hurdacının Ölümü” filminde karakterine söyletmişti. Savaşın keskinliği, yaşamın belirsizliklerle dolu oluşundan daha basit. Birinde toplumsal bir kabul var diğerinde bireysel mücadele ve yalnızlık. Katil aslında savaşın saçmalığını ve söylenen gerekçelerin yalanını yaşamında idrak ediyor ancak bununla yüzleşmek yerine savaş halinin yalanlarla dolu keskinliğine dönüyor. Aslında bir tür hayat karşısında yenilmenin sonucu olarak geliştirdiği ilkel bir savunma mekanizması!
Katil, İran için kutsal sayılan Meşhed şehrinde fuhuş yapan kadınları tek tek öldürerek kendi ifadesi ile Allah adına “cihat” yapan bir mücahittir. Oysa öldürdüğü kadınlar da kendisi gibi mevcut sistemin ezilen insanlarıdır. Çaresizlik onları fuhuş bataklığına düşürmüştür. Burada bir parantez açıp bizdeki Can Evrenol’un “Çıplak” dizisindeki çiğ bakışı da hatırlatmak isterim. Fuhuşu yoksulluğa dayanan bir durum olmaktan çıkarmadıkça bir tercih olarak sunmak bence aciz bir şeydir. Hele de bunu ilericilik olarak sunmak…
Katile dönecek olursak, sistemin mağduru olmasına rağmen onunla aynı saflarda mücadele edebilecek olan bu ezilen kadınlarla birlik olmak yerine işin kolaycılığına kaçıp, kendini sistemin yalanlarıyla avutmaya devam etmekte ve bu kadınları öldürmekte.
Sistemin propagandası ve de hatasını örtbas ettiren bu cinayetlere elbette sistem göz yummaktadır. Katil bir türlü yakalanmaz. Çünkü aslında çözmek için kimse uğraşmamaktadır. Tam da bu noktada cesur bir kadın gazeteci olayın peşine düşer. Yönetmen önce bu kadının gözünden öldürülen kadınların sefalet içindeki yaşamlarını ve de onların da sistem yüzünden ezilen birer insan olduklarını gösterir. Onları; katilin ve sistemin yaptığının tersine insan olduklarını seyirciye gösterir.
Kadın gazeteci tüm çabasına rağmen ilerleme kaydedemeyince kendisini katilin hedefi haline getirir ve geceleri katilin bulunacağı yerlerde bekler. Sonunda katil ile karşılaşır. Son anda bağırarak, çevredeki komşuların da desteği ile kurtulur. Bu kurtulma anı katilde aslında insanlarca yaptığının onanmadığı hissi oluşturur. Ve toplumun hala normal olduğunu gösterir yönetmen. Suçlu, sistemin propagandasına kapılan bir azınlıktan ibarettir aslında.
Kadın gazetecinin ısrarı ile katil yargılanmaya başlar. İlk andaki paniği üzerinden atan ve bizdeki Hrant’ı öldüren tetikçi gencecik çocuğun yakalandığında bayrağımızın önünde emniyette fotoğraf çektirilmesi misali sistem tarafından destek de görünce mahkemede cihat yaptığı ve haklı olduğu yönünde açıklamalar ile şov yapmaya başlar. Hatta sistemin propagandası etkisinde bir azınlık mahkeme salonu önünde onu kahraman olarak alkışlar.
Kadın gazeteci ise sisteme güvenmez. Bir şekilde serbest bırakılacağını düşünür. Yine de sonuna kadar davayı takip eder. Öldürülen kadınların ailelerine vazgeçmeleri için baskı yapılır. Onlar da kızlarının fuhuş yaptıklarının topluma aktarılmasından ve de toplum baskısından korkup bir kısmı vazgeçer.
Tüm bunlara rağmen mahkeme kırbaç cezası, tazminat ve idam kararı verir. Katile sistemin yetkilileri hapishanede güvence verir ve onu kurtaracaklarını söylerler. Hatta gazetecinin idam öncesi kırbaç cezasını hatırlatması üzerine, katil bir odaya alınır ve kırbaçlar bedenine değil duvara vurulur. O da bu durumdan eğlenir ve sisteme güveni artar. Katil finalde sistemin kendisini kullandığını anlar ama iş işten geçmiştir ve idam edilir.
Aslında katil pek çok yandaş gibi bir tuvalet kağıdı misalidir. Ve hiçbir normal insan tuvalet kağıdını işlevini yerine getirdikten sonra cebinde taşımaz. Çöpe atar.
Bu süreçte kadın gazetecinin bir kadın olduğundan dolayı yaşadığı ayrımcılık/tacizler ve de finalinde katilin oğlunun kız kardeşi üzerinden yaptığı canlandırma aslında meselenin fuhuş yapan kadınlardan öte bir kadın kimliği meselesi olduğunu da açıkça gösterir.
Film Ürdün’de çekilmek zorunda kaldı. Filmde rol alanların hepsi İran hükümeti tarafından yerli-milli değerlere hakaret gerekçesi ile takibe alındı. Abbasi’nin filmi; tüm bunlara rağmen İran’ın günümüz gerçeğini kırmadan dökmeden, asıl fail olan kapitalist sistemin İslam soslu rejimini hedef gösterip, halka gerçeği anlatan, halk ile iktidarı ayıran ve halkın tarafında olan politik, gerçek anlamda feminist, evrensel bir başyapıt. Darısı başımıza.