12.11.2024
Bir yönetmen dostumuz son filmini çekimler sonrası ham hali ile ilgili eleştiri ve yorumlamam için gönderdi. Film hakkında 2 saate yakın karşılıklı değerlendirmelerde bulunduk. Filmin süresi kadar konuşunca insan futbol yorumcularının maçlardan daha uzun süren gevezeliğini de anlıyor. Bu konuşma ve filmi düşününce bazı toplumsal kalıplarımızı da daha açık görebildim. Örneğin sık sık eleştirdiğim bir şey var sinemamızda: Odaklanamamak! Bunu Vuslat Saraçoğlu’nun son filmi ‘Bildiğin Gibi Değil’de açıkça görüyoruz. Babalarının cenazesi için bir araya gelen üç kardeşin geçmişle yüzleşmeleri, miras tartışması o bu derken finalinde baskın bir travmatik kadın öyküsü ile son buluyor. Filmin fikri güzel aslında ancak bu odaktan yer yer kopan ara fikirler ve salonu gülmekten kırıp geçiren doz aşımı denebilecek uyumsuzlukları var. Aynı durumun benzeri konuştuğumuz yönetmen arkadaşımızın da filminde var. Hatta şunu söyledim ‘Filmde geçen 5 ayrı ciddi konu var ve bunların her biri İskandinav bir yönetmen tarafından ayrı ayrı filmler olarak çekilirdi.’ Beş filmi, bir filmde sıkıştırınca da elbette etkili bir film ortaya çıkarmak imkansızlaşıyor! Peki neden bunu yapıyor yönetmenlerimiz? Çünkü bu topraklardaki insanlar (ister sanatçı ister sıradan insan olsun) bir İskandinav gibi huzurlu, sakin, durağan bir zihin yapısında olamıyor. Bunun nedeni de yaşadığımız toplumsal zeminin yoğunluğu. Sanatçının kendini ifade etme şekli eseridir. Sinemamızda da bu toplumsal kaotik yansımayı görmemiz beklenir bir durum, bir yönüyle. Yönetmenin anlatacak çok şeyi var ancak bunu dile getirebileceği filmleri yapmaları için imkanın az olduğu gerçeği ile çelişince, ortaya odaklanmamış, savruk filmler çıkıyor.
‘Güneş Doğarken’ Runar Runarson’un son filmi. Üniversite öğrencisi 2 gencin aşkını anlatıyor. Erkeğin uzun yıllara dayanan bir birlikteliği vardır. Eski ilişkisinden ayrılmak için sabah arabası ile yola çıkar ve yolda bir kaza sonucu ölür. Çocuğun cenazesinde gizli gerçek sevgilisi ile toplumca bilinen sevgilisi arasındaki gerilimi görürüz. Yönetmen bireysel olan ile toplumsal olanın çatışmasını anlatır. Benzer bir meseleyi transseksüel sevgilisi ile 10 yıldır yaşayan birinin ölümü sonrası cenazesinde adamın ailesi tarafından yok sayılması ve dışlanmasını anlatan Sebastian Lellio’nun ‘Fantastik Woman’ filminde de görürüz. İki filmde basit, sade ve net odaklanmış filmler olduğu için etkileyici filmlerdi.
Toplumsal zeminimizi düşünün. Çok değil 5 ay önce iktidar bir hezimet yaşamıştı. Şimdi ise ezici bir zaferle çıkmış gibi yine gündem belirliyor. Birkaç gün Narin cinayeti, genç kızlarımızın kafalarının kesilmesi, Dilan Polatlar meselesi, 140 Journos’un ‘Adalet Mülkün’ belgeselinde anlattığı yargı skandalı, Yenidoğan çetesi, siyaset ağalarının şimdi de uzlaşıyı öne çıkarmaları vs vs. Hepsi oturmuş bir toplumu dehşete düşürecek ve yıllarca tek başına gündem olacak meseleler. Ancak bizde 1-2 aylık gündem sadece! Hal böyle olunca sinemacılarımız da bu zeminden etkileniyor olsa gerek.
Kalbin işleyiş mekanizması karıncıklarda toplanan kanı kasılma ile vücuda pompaladığı atım-sistolik periyodu ve gevşeyip, vücutta biriken kanın akciğerlerde temizlenmesi sonrası karıncıkta birikmesini sağlayan dinlenme-diyastolik periyottan oluşur. Ventriküler fibrikasyon denen durumda ise bu durumlar çok daha fazla ancak verimsiz bir şekilde gerçekleşir. Atım sayısı artar ancak işlevsel bir sonuç ortaya çıkmaz. Bu durum devam ederse de kalp durması gerçekleşir. Bizim gibi maalesef geri kalmış toplumlarda yaşanan tam da bu aslında. Üniversite sayımız artıyor, yayın sayımız artıyor ancak bu durum sadece sayı olarak anlamlı, işlevsel ve faydalı değil. Bilinçli bir yaşamdan çok, bilinçdışı ya da rüya misali bir gerçekten kopuş aslında yaşadığımız.
Yanlış anlaşılmasın doğru bulmuyorum ama Sovyetizmin ya da Çin rejiminin otoriter tarzı pek çok insanını feda ederek varolmuştur. Ucuz iş gücü, savaşlarda ya da ağır çalışma şartlarında ömürleri geçen, ölen insanlar… Ancak doğru olmasa da bu kötülüğün öyle ya da böyle bir ‘ilerleme’ ile sonuçlandığı açık. Bizim yaşadıklarımız da bu iki ülkeden farklı değil! Toplumun büyük çoğunluğu asgari ücretle geçinmeye çalışıyor. Bunların emekleri üzerinden elde edilen kazançla beşli hayır kurumu şirketler kapitalizmin bile ruhuna aykırı bir şekilde ‘garanti’ kazanç elde ediyorlar. Halk Rusya ve Çin halkı gibi sömürülüyor daha da beteri sonuçta bir ilerleme bile olmuyor.
Son olarak Murat Düzgünoğlu’nun ‘Halef’ filminde gördüğüm ve sinemamızda sık rastlanan bir durum ile bitireyim. 104 dakikalık filmin 80 dakikası muazzamdı. Son 20 dakikada ise yönetmen yarattığı gizemi, seyirciye yeni kapılar açacak bilinmezliği yok ederek filmdeki her şeyi açıklayan ve böylece filmi dar bir kalıba sıkıştıran ‘didaktik’ bir özetleme yaptı. Oysa 80. Dakikada bitirmiş olsaydı bir başyapıt olabilirdi. Bunun da altında toplumsal zeminin yoğunluğuna bağlı olarak gelişen kafa karışıklığı nedeniyle yaptığının anlaşılmaması korkusu var bence. Bireyin oluşamadığı, süreçleri kendisinin değerlendiremediği bir toplumda düşündürmek değil, hap bilgiler işe yarar diye düşünüyor olsa gerek.
Siyasetimiz de aynı değil mi? Bizim için en doğruyu bizim adımıza ancak bizi yok sayarak yapmıyorlar mı?