Yalçın Küçük ile Alev Alatlı arasında 1994 yılında HBB TV’de yayınlanan programı YouTube’da tekrar seyrettim. Mutlaka seyretmenizi öneririm. Yalçın hocanın bu ülkede özgürce fikir beyan etmenin tek yolu olan ‘delidir ne yapsa yeridir’ hali olduğunun bilincinde olan tarzı ve her zamanki megaloman tavrı ile (ki ülkemizdeki entelektüel vasatlığı yaşadığımız bugünlerde eğer ki bu andaki entelektüel denenlerle kıyaslanırsa az bile bu tavrı) söylediği bir söz var ‘Ben bu ülkede kimsenin yapmadıklarını yapmak zorunda kalıyorum.’ Ben, hocanın hem teorik hem de pratik birikimine sahip değilim ancak (dedim ya vasatlaşma hat safhada diye) çok çok vasat olan sosyal medya fenomenliğine indirgenen saygın psikoloji biliminin dışında kalan ancak psikoloji denince tüm alanı kapsayan ‘popüler psikologların’ ota boka ‘zorbalamak, sınır’ gibi kavramlarla düşünceyi hapseden kavramlarını güncellemek bana kaldı(!) Birey olamamış, kendi gerçekliğinin, benliğinin farkında olmayan insanlar bir tür çocuk gibidirler ve bunlara ‘hak’ diye mücadele etmeden, içselleştirmeden, süreç yaşamadan, dışsal dikte edilen tavsiye adı altında (üstelik bilim otoritesi zırhı ile bürünmüş) sözümona öneriler sunmak, küçük bir çocuğa ebeveyninin tavsiyesi gibi bir şeydir. Bu çocuklar için normaldir ancak ergenlik ile birlikte ebeveynlerin bu önerileri ile çatışarak bir benlik oluştuğu da bir gerçektir. Erişkin insanlar ile popüler psikoloji arasındaki bağ ise bitmeyen çocuklukta takılı kalma halidir!
İlk kavram önerim: Gerçeği zorbalamak. Teorinin, gerçek ile bağını göz önüne almadan değerlendirmelerde bulunmadan, süreçlerle tartmadan, içselleştirmeden dışsal bir öneriyi mutlak kabul etme tembelliği ile doğru kabul etmek ve eylemlerinde zemini, şartlarını, gerçeğini gözününe almadan bu kabul doğrultusunda eylemlerde bulunmak diye tanımlıyorum.
Bunu güncel bir olay üzerinden anlatmak istiyorum. Marmaris’te yaşanan ve 50 yaşlarında turist kadınları eğlendirmek için yapılan gösterileri bu açıdan yorumlayan insanlara bakalım. Sonuçta düşünmek; sadece olayı değil, olaya bakanların bakışını da kapsar. İşte burada sinemanın gücünden faydalanmamız gerek. Ulrich Seidl’in “Cennet” üçlemesinin ilk filmi ‘Cennet: Aşk’ tam da bu konuyu ele almış. 50 yaşındaki Avusturyalı gezgin kadın Teresa’nın tek başına gittiği Kenya yaz tatilini anlatır. Avrupalı, ayaklarının üzerinde duran Batılı bir kadın olmasına rağmen hayatın anlamı konusunda ruhsal bir boşluğu olan biridir Terasa. Aslında kapitalist toplumun bir yan etkisidir bu. Bu maddi dünya içinde bir makine misali ‘görevler’ ile kuşatılmış, bir refleks haline gelen otomatik bir yaşama dönüşmüş, ‘sürekli bir şeyler yapan ancak düşünmeyen-derinleşmeyen, anlama aramayan, yalnızlığın, izolasyonun yüceltildiği bir sistemim sonucudur. Bu insanların ruhlarını, yaşamın anlamı üzerine düşünmelerini engellemek için de onlara geri kal(dırıl)mış toplumlardan elde ettikleri artı kazanç ile maddi standartlar sağlanır ve bir tür günümüzde popüler psikolog, spritüel yönelimler ve sosyal medya gibi etkenlerle varlıklarını izole eden, düşünmeyi engelleyen pozitif bir sahte cennet (hapishane) yaratılır. Hoş bu günümüzde özellikle Avrupa için tehlikeye girmiştir ayrı mesele ancak filmin çekildiği 2012’de şimdi azalsa da olan buydu. Teresa içindeki boşluğu kendi gerçekliğini düşünmek ve anlamak yerine basit dışsal, haz odaklı çözmeye çalışır. Fakir Kenyalı genç erkekler ile ilişki yaşayarak aşmaya çalışır. Bu bir tür kaçıştır ve ertelemedir ki her ertelenen şey gibi bataklığa daha da saplanmanızı sağlar. Teresa’yı bu haz odaklı çözüme teşvik eden arkadaşı iflah olmaz bir kaybedendir ancak biraz zekasının azlığı ile bu yolda huzur bulmuştur. Çünkü ucuz maddi hazlarla huzur bulmak aptalların en büyük şansıdır. Teresa ise sevgi aramaktadır. Sevginin olmazsa olmazları olan karşısındaki ile eşitliği sağlayan, samimiyet, benliğinin değer görmesi gibi beklentiler içindedir. Oysa ülkemizin ekonomik olarak iyice geri kalmış bölgelerindeki gençler gibi hayatta kalmaya indirgenen bir yaşama mahkum olan genç Kenyalı erkekler için Teresa filmdeki ifade ile sadece ‘sugar mamadır.’ Benliğinin bilincinde olmayan ve de düşünmeyen her insan esas yaşadığı hayatın sorunlarını tam olarak teşhis edemez. O sürüklenir, maruz kalır, takılıp kalır sadece filmin final sahnesinde kapitalist Batı toplumunun içi boş yaşam tarzı ile gençliğini ve hayatın anlamını kaçıran Teresa’sı, hem doğum günü hediyesi olarak sunulan genç erkeğin hem de otel resepsiyon görevlisi erkeğin para için bile olsa ona ilgisiz oluşu karşısında sert gerçekle karşılaşır. Bu arada teknik anlatı becerisini de Seidl’in 3 sahnede vurgulamak gerek. Timsahların, tavuklarla beslenmesi, ilk başlardaki maymunun muz verilerek fotoğraflanmaya çalışılması ve finalde sahilde yürüyen Teresa’nın yanında takla atarak geçen genç erkeklerin görüntüsü. Üçünde de bir araça dönüşen canlılar var yani sömürülen.
Sömürgeleşmiş ve efendi gördükleri Batılı zenginlerin oyuncağı haline düşürülen bu genç çocuklarımızı filmdeki gibi aslında pazarlıyoruz. Gerçek budur. Bu gerçeği görmek yerine o çocukları keko diye aşağılamak ancak körleşmiş, kendine ve gerçeğe yabancılaşmış bir aklın bakış açısıdır. He Attila İlhan ustanın kadın eşcinselliğine sahip karakterleri öne çıkarması misali ataerkil bir toplumda erkeğin sekste kullanılması misali ucuz ataerkil egomuzda emin olun 2 arka sokakta aynı şartlara maruz kalıyordur. En acı olanı ise entelektüel aklımızın gerçeği anlamak ve aşmak için kullanılması yerine durumu çiğ değerlendirmelerle rasyonalize etme çabasıdır.