07.01.2025
Amy Winehouse gencecik yaşta (28) aşırı dozdan öldü. Winehouse’un hayatını anlatan, 2015 yapımı ‘Amy’ belgeseli Oscar ödülü almıştı. Belgesel bir taraftan sanatın insanı ifade edebilmedeki gücünü gösterirken, diğer taraftan da eser ile sanatçı arasına giren popülerlik ve genel maddi imkanların en nihayetinde biyolojik bir varlık olan sanatçıyı nasıl yok edebileceğini göstermesi açısından çok değerliydi.
Belgeselde beni en çok etkileyen kısım Winehouse’a sorulan ‘Bu kadar şarkılarınızın beğenilmesini neye bağlıyorsunuz?’ sorusuna verdiği cevaptı. ‘Ben yaşamadığım hiçbir şeyi yazmadım, bence bundan dolayı çok beğenildi’ demişti. Bu cümle beni hala çok etkiler ve ara ara hatırladıkça hakkında düşündürüm. Kendisi olamayan, kendisi ile bağı olmayan, kendisini tanımlayamamış birisi yani kendi sesini bulamamış birisi sanatçı olabilir mi? Şimdi pek çok kafanızda evet olabilir diyeceğiniz isim geçiyordur. Ancak dediğim adına sanatçı denenler değil gerçekten sanatçı olanlar kastım. En büyük jüri olan zaman tarafından yok sayılmayacak olanlar gerçek sanatçılardır.
İşte benim yazılarımda teorik arkaplan sunulsa da mümkün olduğunca gerçek dünya ile bağı olmasını önemsiyorum. Bir dostumuz Ferdi Tayfur’un ölümü sonrası aradı ve entelektüel birinin ‘Bu arabesk sanatçıları yüzünden toplum kaderci oldu ve bu hale gelmemizin nedeni bunlar’ dediğini söyledi. Dostumuza dedim ki ‘yani bu entelektüel hocamız şarkı söyleyen, kötü bile olsa sanatçıların toplumu değiştireceğini mi iddia ediyor’ dedim. ‘Evet’ dedi. ‘O zaman’ dedim ‘neden bu üstadımız değiştirmemiş toplumu kendi faydalı, üstün fikirleri doğrultusunda.’ Sessizlik… ‘Ayrıca’ dedim, ‘ateş olsa cürmü kadar yer yakacak Amy Winehouse benzeri insanlar bunlar.’ O üstadımızın iddia ettiği gibi toplum değiştirecek vizyon ve hedeften yoksunlar kaldı ki toplumda varolan (doğru bulmasam da) bir bakışı yansıtıyorlar aslında eserlerinde. Ancak bizim entelektüelimiz karanlığa küfretmeyi, günah keçisi yaratmayı ve sembollere sığınmayı çok sever.
Attila’nın Batı Hun İmparatorluğu’nun, Roma’ya saldırıları sonrası Roma aydınlarının düştüğü durum misali bir çaresizlik söz konusu aydınımızda. Gerçek bir türlü bertaraf edilemeyen saldırılar ve yenilgidir. Çözüm yolu sunmak, aramak yerine yenilgiyi rasyonalize etme, günah keçisi arama tuzağına düşerler. Derler ki: Biz çok günah işledik ve Tanrı bize bunun bedeli olarak Attila’yı gönderdi. O aslında bize ‘Tanrı’nın bir kırbacı.’
İşte büyük bir seçim yenilgisi sonrası bile zaferi unutulan muhalif zihniyetin vaziyeti. Hatta ateistim diyeni bile çözümü ‘Tanrı’dan, sen biliyorsun olayı’ diye duada buluyor. Gerçek dünyanın şartlarına göre dün yok saydığını bugün dostum diyen bir iktidar (ki bu da zayıflıktır ama, kendi çapında bir gerçeğe bağlılıktır) diğer tarafta ise Tanrı’dan medet uman bir muhaliflik!
Bazen genç dostlarım arıyorlar ve ‘Ne olacak ülkenin hali’ diye panik içinde, üzüntü ile dert yanıyorlar. Ben de belki biraz sert ama acı da olsa gerçeği söylüyorum. ‘Beş yılda bir oy kullanmak dışında yaptığın bir şey var mı?’ ‘Yok’ diyorlar. ‘Peki’ diyorum ‘Mars yüzeyinde gezen ve kamerası ile veri aktaran Curiosity keşif aracının görüntülerini izleyip sana anlatsam bir saat boyunca ne dersin?’ ‘Ne alaka der şaşırım diyorlar.’ ‘O zaman’ diyorum ‘etki edemediğin (örgütlenmediğin için) bir konuda yoksun demek değil mi? Ve konuşmaya değer mi, beş yılda bir beş dakika kullandığın oy için?’ Boşa dememiş Shakespeare Hamlet’te ‘Olmak ya da olmamak’ diye. Etki etmeyeceğin şeye kafa yormak saçmalık değil mi, stresini yaşamak vs. Ta bulunduğun meslek örgütünde ya da başka sivil toplum örgütlerinde vs faal ol ve haklarını korumayı öğren, sonra o örgütler aracılığı ile de siyasete etki et. Bunu yapmayacaksan da boşa etkin olmayan konularla kafanı yorma.
Bir de bizim gibi toplumlarda özellikle daha fazla olmak üzere siyasette şeffaflık diye bir şey yok ki! Düne kadar asalım, keselim diyenler bugün tam tersini söylüyorlarsa bunu satılmışlıkla tek başına açıklayamayız.
Sidney Lumet’in 1976 yapımı ‘Network’ filminde uzun yıllardır vasat bir şekilde tv programı yapan birinin son programında aldığı alkol ve son olmanın rahatlığı ile çıkıp coşkulu bir şekilde bastırdığı gerçekleri söylemesi sonrası kahramana dönüşmesini anlatır. Uzun yıllardır vasat bir metodoloji ile program yapan adam gitmiş coşkulu bir şekilde sunan birine dönüşmüştür. Ancak dönüşüm süreçle olmamış bir anlık tesadüf ile olmuştur. Derinlik, öz bir bilinç ve süreç yoktur. Sonra patron dahil herkese veryansın eder. Ve bir gün patron bunu çağırır. Meşhur ‘Walhala’ya hoş geldin Howard Bale’ repliği ile kendi mekanizmasını anlatır. Sonra ne mi olur? Bir anda ‘süreçsiz, bilinçsiz’ kahramanımız hak verir onun anlattıklarına ve ‘aydınlandım’ diyerek çıkar. Bu kez de patronun gerçeğinin sesi olacak şekilde programlar yapar. Ne gösterdiler, ne söylediler bilmiyoruz ki bizim entelektüelimiz ve iktidarımız bir anda ‘aydınlanan Howard Bale’ oldular, kim bilir?
Ama bilinen tek şey mücadele, inanç, sevgi, bilimsel söz, endüstriyel üretimin yoksa Howard Bale’e dönüşme ihtimaliniz yüksek!