22.08.2021
Kadın hakları günümüz dünyasında olmazsa olmaz bir değer. Ben de bu köşede bu konuyu ön plana çıkarmak için yazılar yazdım. Bangladeş’te kadın işçilerin hem sistem hem de aileleri tarafından nasıl sömürüldüğünü anlatan “Made in Bangladeş”, Hindistan’da Khabar Lahariya adlı kadınlardan oluşan basın kuruluşunun hikayesini anlatan “Ateşten yazmak” ya da ülkemizde muhafazakar kadınların erkek egemen geleneksel din anlayışına karşı başkaldırmalarını anlatan “Hem müslüman hem feminist” filmlerini öne çıkarmaya çalıştık. Ve ABD’de başlayan Mee too hareketini çok da ele almadık, neden? Değersiz bulduğumuz için mi? Asla! Bizim gerçekliğimiz ve gündemimizin ön sıralarında bu tarz tepkiye gelinceye kadar basit de olsa çok daha önemli olan meselelerimiz olduğu için bunu yaptık. Çocuk gelin diye yumuşatılan ve okumak hakları, çocuk olma hakları ellerinden çalınıp, annelik sorumluluğu yüklenen, birey olmak hakları gaspedilen insanların olduğu bir toplumda elbette önceliğimiz bunlar olmalı!
Doğal olarak sinemamızda dünyadaki esen rüzgarlardan etkileniyor. Ancak dünyada oluşan her akımı kendi gerçekliğimizle yeniden yorumlamamız gerekir. Mee Too rüzgarının belli seviyede birey olabilmiş kadınların haklarının arayışı olduğu gerçeğini görmeliyiz. Biz de ise hala kadınlarımızın önemli bir kısmının kendi ayaklarının üzerinde durabilecek ekonomik bağımsızlıklarına sahip olmadıkları gerçeğini görmemiz gerek. Hal böyle olunca da aklın yolunun kadınlarımızın öncelikle ekonomik bağımsızlıklarını sağlamak böylece de birey olmalarını sağlamak olduğu açıktır.
Geçenlerde bahsettim ama tekrar etmekte fayda var. İki insan çölde susuzluktan ölmek üzeredir. O sırada bir gazete parçası bulurlar. Manşet şudur “Müjde Mars’ta su bulundu.” Kendi gerçeğimizi ıskalayarak, dünyadaki akımları şartlarımızı göz önünde bulundurarak yorumlamazsak olacağı bu çöldeki iki insanın ruh hali gibi olur. Muhtemelen Mars’ta bulduğunuz suyun … işte ülkemiz entelektüeli de bu hataya düşünce hep hüsrana uğruyor. Sinema açısından bakarsak, en önemli nedenin ekonomik olduğu ortada olan kadın cinayetlerini bu yönüyle vurgulamak yerine gündemimiz “Aşk, büyü vs” ya da “Bilmemek” filmleri gibi LGBT filmleri mi olmalı? Yanlış anlaşılmasın bu konuları işleyen filmler yapılmasın demiyorum ancak zaten kıt olan imkanlarımızı daha geniş toplumsal tabanı olan filmlere de tanımamız gerektiğini düşünüyorum.
Diğer türlüsü karikatürdeki insanlar gibi susuzluktan ölürken Mars’ta su bulunduğu haberine büyük sevinç gösterileri ile karşılık vermelerini beklemek gibi beyhudedir. Entelektüeli sinemada bunu yaparken, iktidarı da İstanbul’da balık istifi şeklinde metrobüslerde işe varmaya çalışan halka, 2023’te yerli otomobil, yerli uçak, uzay üssü gibi vaatlerde bulunuyor. Ki iki örnekte uçuktur, halkın gerçeklerinden kopuktur.
Bunları şimdi neden tekrar vurguluyorum! İşte televizyonlarda, internet mecralarında gördüğümüz Afganistan’daki insanlık dışı görüntüler ortada. Taliban’ın çağ dışı, karanlık ortaçağ fantezileri kadim Afgan halkının üzerine yine çöktü.
Elizabeth ve Gülistan Mirzaei’nin yönettiği 2018 yılında Boğaziçi FF’de izlediğim “Leyla’nın köprüsü” filmini de hatırlamak gerek. Belgeselde çok net olarak ABD’nin gelişi ile uyuşturucu üretiminin değil tüketiminin de nasıl Afganistan’ı çökerttiğini anlatıyordu.
20 yıllık ABD kontrolü sona erdi. ABD geldikten sonra uyuşturucu üretiminin üç katı arttığı gerçeği de biliniyor. Taliban ruhları, çarpık bir din anlayışı ile esir almasının, ABD açısından bilimsel yöntemlerle, uyuşturucu gibi kimyasallarla yaptığı da gerçek. İkisi de aynı sonuca ulaşıyor, farklı metotları!
Taliban iktidarı, ABD’yi yenerek kazanmadığı da açık. ABD, yönetimi devretti! Taliban, ABD’nin örtülü bazı kritik isteklerine evet demesi karşılığında, karanlık, çarpık ortaçağ yaşantısını iktidar olarak sürdürme hakkı elde etti. Bu örnek bize çok net bir şeyi de gösterdi. “Taşıma suyu ile değirmen dönmez” atasözü misali başkalarının getireceği demokrasi de özgürlükte yalanmış! Kaldı ki başkalarının bu tür dertleri de yokmuş. Sadece menfaatleri varmış. Bunu yaşayarak bir kez daha net bir şekilde gördük.
Kendi göbeğimizi kendimiz kesmezsek başkalarının bizi değil sadece kendi menfaatlerini düşüneceği açıktır. Başkalarının merhameti ancak Estonya başbakanın “30 Afgan’ı alacağız” açıklaması misali olur. Bir toplum aydınlığa kavuşacaksa bunu kendi entelektüelinin önceliğinde, kendi potansiyeli ile halkı ile yapar gerisi ya Taliban karanlığı ya da uçağın kantlarından düşmekten ibarettir.