19.06.2022
Eski Malatya FF’ni çok severdim. Teknik yetersizlikler vardı. Şehir festivale ilgili değildi hatta sinema festivali için aslında uygun da değildi. Belki muhafazakarların sinemada da sözü olsun düşüncesiyle, belki bir tür halkla ilişkiler amacıyla yine de yapılıyordu. Sinema camiasındaki arkadaşları görebiliyor, yenileriyle tanışıyordum. Çünkü şehirde 2 sinema salonu vardı ve gidecek pek fazla yer de yoktu. İKSV festivalleri gibi profesyonel ama soğuk değildi. Filmlere katılım da azdı ancak katılanlar sinefil olarak nitelendirilebilecek sinemaya tutku ile bağlı insanlar değildi. Birkaç üniversite öğrencisi, birkaç sıradan halk! Geçmişte bazı yazılarımda da teknik aksaklıkları bazı tercihleri eleştirdim ancak festivalin sonrasında geldiği hali görünce en azından iyi niyetli çabalarını Suat Köçer ve arkadaşlarını tebrik etmemek mümkün değil. Bunlar muhafazakar ancak sinemaya saygıları olan ve sinema ile bağları olan insanlardı. Sırf birilerinin isteklerini yerine getiren araçlar değillerdi. Bir özgül ağırlıkları ve kişilikleri vardı. Sonrasında gelenlerde bunun kaybolduğunu düşünüyorum.
İstanbul’a kıyasla küçük bir şehir Malatya. Gittiğinizde amacınıza tamamen uygun olarak sinema ile dolu bir hafta geçiriyordunuz. İstanbul’da olduğu gibi günde 4-5 film izleyip, aralarda ve gece arkadaşlarla buluşup bir şeyler yemek, içmek zorunluluğunuz yok. Çünkü arkadaşlarınız yok. Tabi sevgili Hakan hariç. O zamanlar Malatya’da çalışıyordu. Festivalin bitimine yakın Fahri Kayahan Bulvarı’nda oturabildik. Anılar, işler güçler vs hakkında konuştuk. Hakan’a sohbet sırasında kafelerin yoğunlukta olduğu bu semtin güzel göründüğünden bahsettim. O da klasik Anadolu şehri dedi. Üniversite öğrencisi ve memurlar gibi dışarıdan gelenlerin daha çok geldiği kafelerle dolu yeni yerleşim işte dedi. Diyarbakır’da da LeMan, Bezgin Bekir gibi mekanların bulunduğu benzer bir semt olduğundan, Fahri Kayahan’ın Malatya’dan çıkan önemli bir şarkıcı olduğundan, sonra da meşhur “Sunam” şarkısının ona ait olduğundan bahsetti. Ben Kıraç’ın yorumunu çok severim. Yine çok sevdiğim Bennu Yıldırımlar ile çektiği klip hakkında konuştum. O da şarkının hikayesini anlattı. Suna, Fahri Kayahan’ın çok sevdiği eşidir. Suna hanım tanıdığı kadınlarla hamama gider. Bir arkadaşı sırtındaki beni görür. Akşamına da geveze biri olacak ki eşine bahseder.
Gel zaman git zaman bu adamla Fahri Kayahan kahvehanede (o zamanlar kafe adı yok) tartışırlar. Adam, çiğ ve kötü biri olacak ki “Ben karının sırtındaki beni bilirim, sen git karına sahip çık önce” der. Fahri Kayahan sinirlenir ve ortamı terkeder, çok sevdiği eşi ile arası bozulur. Feodal bir erkeklik ve feodal bir ahlakın hakim olduğu dönemleri düşünün (şimdilerde farklı mı?) yine eşi ile bu konuyu tartışırken eşinin tüm dediklerine rağmen Fahri Kayahan ceketini alıp çıkar evden. Sabah geri gelince de eşinin kendisini astığını görür. Kadıncağız bıraktığı notta “Kendimi temize çıkarmak için başka yol göremedim” der. Ve Fahri Kayahan da meşhur “Şafak söktü yine Sunam uyanmaz” mısrası ile başlayan meşhur şarkıyı yazar.
İlk bu hikayeyi Hakan’dan duyduğumda, şarkıyı da bildiğim ve sevdiğimden sözlerini de düşününce şarkının beni neden bu kadar etkilediğini anladım. Çünkü şarkı bir insanın her hücresine hükmeden bir samimiyet ve acı ile yazılmıştı. Şiir ve müziğin bu şekilde derinden kopup gelen hislerle yazılanları, yaşanan andaki duyguyu saklar, andaki hissi ölümsüzleştir. Bu şarkı tam da bu dediğimin somut örneğidir.
Pir Sultanın “şu illerin taşı hiç bana değmez. İlle dostun gülü yaralar” şiiri misali sevdiklerinin, umut ettiklerinin, güvendiklerinin yaptıkları insanı üzer, yaralar.
İşte 90’lara kadar soğuk savaş dengeleri gereği dar bir sınırda hareket şansı olan ülkemiz, 90 sonrası işgal edilmiş misali talan edilmeye başlandı. Yolsuzluğu, hırsızlığı 28 Şubat örtüsü ile kapatmaya çalıştılar. Sonrasında esas mesele olan talan unutuldu. Halkın bu yönüyle mağduriyeti de unutuldu. İşin örtüsü olan muhafazakar mağduriyeti kaldı. Atatürk’ün anti-emperyalist, sanayi ile bilimle tam bağımsız güçlü Türkiye ülküsü hariç heykellerle, resimlerle Atatürkçülük yapan düşünce, soğuk savaş dönemi bitmesi ile çöktü. Yerine halkın kendine yakın hissettiği bir iktidar geldi. Onlara en büyük sırlarını, hislerini açtı bu halk. Karşılığında, Suna’nın başına gelen misali onların ülkeyi getirdiği nokta ortada!
Bu acıyı anlatacak şairimiz, yazarımız da yok denecek kadar az! Kendini öldüren Suna kadar, iktidar korkusundan Pir Sultan’a destek olamayan dosttan daha da acınası haldeyiz. Onlar en azından şiirle, türküyle özür dilenen, ölümsüzleşen insanlar.
Bu dönem sona eriyor. Ve emin olun öyle ya da böyle bu yaşananların toplumu düşünce anlamında dönüştürmesi, gelen sessiz fırtınanın yıkıcı etkisine rağmen umudun ta kendisi olacaktır. Belki de bu kez şiirle, türküyle anılmayacak bu acı ancak düşüncedeki toplumsal değişimle ölümsüzleşecektir!