10.04.2023
Çaykovski denilince çoğumuzun aklına gelen şey bir Rus besteci olduğudur. Eserlerinin adını bilmesek de bir yerlerde denk geldiğimizde bu besteleri tanırız. Sanatın güzelliği bu. 130 yıl önce ölmüş birinin kemikleri de dahil cismani hiçbir şeyi bu dünyada kalmamış ancak eserleri hala varlığını sürdürüyor.
Çaykovski’yi hatırlamamızın nedeni aslında bir başka Rus. Çaykovski’nin öldüğü yaşta olan yönetmen Kirill Serebrennikov, son filminde bizleri bu bestecinin yaşamının son dönemine götürüyor. Ancak yönetmenin odağı aslında Çaykovski değil. Kamerasını onun eşine yöneltiyor. İlk sahneden film bitinceye kadar eşini görüyoruz. Nietzche: Sokakta çektiği arabadaki ağır yük altında zorlanan ve kırbaçlanan ata sarılıp, o olaydan sonra ölümüne kadar geçen on yıllık süre boyunca hiç konuşmamış. Bu olaydaki at, sahibi ve kızına ait öyküyü anlattığı Bela Tarr’ın “Torino Atı” filmi misali bir durum bu. Ancak elbette arada ciddi farklar var. En bariz fark Tarr eski dünyanın insanıdır. Üstelik kendine has bakış açısı ve anlayışı olan biridir. Yalnızlığı içselleştirmiş ve bunun üzerinden de özgün bir kişilik var etmiştir. Bir tür münzevi hayatı seçmiştir. Üretir ancak ürettiğinin ne olacağı umrunda değildir. Onun gibiler için sözünün topluma etkisi değil, inandığı sözü söylemiş olma halidir kıymetli olan. Biçimsel bir tarzı vardır. Filmleri yavaştır, uzundur, siyah beyazdır. Bazen tek amacının bir şey anlatmaktan ziyade seyredeni durdurmak olduğunu düşünürüm. Durun, böylece bir yaşamınız olduğunu ve kendinizi aramanız gerektiğini söylemek ister gibidir. Hayat sizi kendiniz dışındaki dünyadan gelen uğraşlar, bilgiler vs ile boğmasın ister. Sisteme karşı yaptığı filmler ile radikal karşıttır. Bunu da sessizlikle yapar. Sistemin istediği biçimsel öğeleri kullanmamakla, uzun filmler çekerek yapar. Hatta 2011’deki bu filminden sonra bir daha film çekmeme kararı alarak da radikalliğini göstermiştir. Clint Eastwood’un 90 yaşında film çekmesi de taktir edilecek bir şeydir elbette. Ancak 55 yaşında zirvedeyken bırakmak da çok güçlü bir özbenlik göstergesidir. Bu şöhretten, paradan öte bir kişiliğin sisteme meydan okumasıdır.
Sinema ve tüm sanat dalları gerçeği bozar. Gerçeği öznel bir yoruma dönüştürür. Burada da amaç seyircinin hayatına dair bir düşünce geliştirmesidir. Bu tarz bir düşüncede film seyredenin bir parçası haline dönüşür. Az ya da çok onunla kalır. Sanat tam da bu değil midir? Anın heyecanının ötesinde bir derinliğe ulaşmak!
Kendine münhasır eski dünyadan birini anlattım. Kiril Serebrennikov öyle biri mi? Tam olarak değil. En basitinden Batı dünyası için güncel mesele olan feminizm ve LGBT konularını gündem ediyor. Yanlış anlaşılmasın daha önce de yazdım bunlar bizler için de önemli konular. Ancak bu konular işlenirken bazı şeylere dikkat etmek gerektiğini düşünüyorum. Birincisi bu meselelerin kapitalist dünyanın sunduğu ve tek boyutlu, kutsanan haliyle işlememek. Çünkü onlar bu konuları kendisine karşıt olabilecek kesimleri manipülasyon için kullanma derdinde. Muhalif potansiyeli şekilsel haklar ile oyalamak böylece de kendisine karşı gerçek bir tehdit olmaktan çıkarmak istiyor. Muhalifliği de bir tür kendisi dizayn ediyor. Kabul edilebilir bir muhaliflik oluşturuyor aslında.
Serebrennikov bu açıdan Rusya’nın otoriter sisteminin esasına saldırmıyor bu filminde. Ancak sistemin istediğini de tam olarak yapmıyor. Belli seviyede de olsa bir irade ortaya koyuyor. Öncelikle tarihi bir Rus karakteri ele alıyor. Bu da kendi kültürüne olan saygısının ve taşın yerinde ağır olduğunun farkındalığının göstergesi. Ülkemiz sinemasında son dönemde çekilmiş en iyi LGBT filmi Ali Kemal Çınar’ın “Veşarti” filmidir bu açıdan bakınca. Kendi kültüründen, tarihinden beslenir. Üstadın ifadenin kirlenmesinden dolayı nefret edeceğini biliyorum ama aslında tam anlamıyla yerli milli yönetmendir. Bir de Serebrennikov, sipariş üzerine bir film yapmayı reddetmiştir. Çünkü film kaotik duygular oluşturur. Bir tarafta geleneksel değerlere bağlı bir kadının karşılıksız sevgisine karşılık mağduriyeti vardır. Diğer taraftan da bir dahinin eşcinselliğini gizlemek zorunda kalmasının mağduriyeti söz konusudur. Topluma karşı da bu baskıdan kurtulmak için biraz da maddi imkanlar için paravan bir evlilik yaparak bir kadını sömürmesi gerçeği vardır. Çelişki huzursuz edicidir ancak kaotik belirsizliklerin düşünceyi geliştirici etkisi bu filmin en güçlü yanı bence.
Bizim entelektüelimizin çelişkisiz, ciddi meselelere tadımlık değinmelerinin olduğu bir dönemde Serebrennikov’a saygı duymamak imkansız.
Bir sinema eleştirmeni eski zamanlar da şöyle bir şey demişti. ‘Öyle eleştiriler görüyorum ki filmin yönetmeni görse ağzı açık kalır, ben ne anlatmışım diye.’ Çok trajik bir söz bu. Çünkü eleştirmenliği filmin yönetmenin bakış açısına hapseden bir görüş bu. Bu açıdan bakınca yönetmenler filmlerinden sonra film hakkında bir yazı kaleme alsa eleştirmene ihtiyaç kalmayacak. Oysa eleştiri de bir sanattır. Eleştirmen, bir filmden yola çıksa da yeni bir şeyler söyler. Bu yönüyle de sanattır.
Serebrennikov da Çaykovski’yi bir dekor olarak kullanıyor. Biz filme bu yönüyle bakınca aslolan nerden başladığın değil ne söylediğindir. Ve her şey geçer ürettikleriniz kalabilirse kalır. Çaykovski’nin çapraşık hayatının değil eserlerinin kalması gibi.
Benzer durum liderler için de geçerli. Dayandığı halk kitlesinin basit isteklerini beslemek yerine onları üst seviyeye taşıyan liderler kalıcı oluyor. En basit örneği Atatürk. İmkanları ölçüsünde halkına bir ideal ve değerler yarattı. Bir de şimdikileri düşünün. Ne kalacak geriye. Bilmem kaç yıl müşteri garantili hastaneleri, yolları vs vs. Ya da dini değerleri sembolleştirmeleri mi? Elbette hiçbir şey kalmayacak. Hatta öyle bir noktaya geldi ki bırak bir şey katmalarını ülke yerinde kalsa yeter denilecek noktaya geldik. Yazık…