10.08.2025
Neden Tarkovski olamıyorum?
Bir rüya ile başlayan ve bir rüya ile biten, arada da hayali olan rüyasını neden gerçekleştiremediğini yönetmenimiz Bahadır’ın anlatan bir film.
“Olmayacak duaya amin denilmez.”
Türklüğün değersizleştirildiği bir dönemde Türklerin düşünce hayatına katkı sunduğu bu atasözü çok şey anlatır. Bu söz, akla aykırı bir isteğe destek olmanın beyhudeliğini vurgular. İnsanın hayattaki en değerli şeyi olan “zaman” ve “emek” kavramlarını da yüceltir; çünkü insan, mantığa aykırı bir şey için neden sahip olduğu en değerli varlıkları harcasın ki? Denebilir ki tarihte Marie Curie’nin Becquerel’in tesadüfi bir gözlemi sonucu “kendiliğinden ışınım” teorisini ortaya atması ve sonrasında Curie’lerin bunu kanıtlamaya çalışmaya başladıkları anda olsak, pek çok dönemin bilim insanı bu atasözünü kullanarak karşı çıkmaz mıydı? Muhtemelen çıkardı; ancak sözün gücü de Curie’lerin büyüklüğü de buradan geliyor: “Olmayacak” kısmı, herkesin aklının yettiği kadardır ve tarih boyunca da büyük olan insanlar, işte bu toplumun çoğunluğu tarafından “olmayacak” denilen şeyin olabileceğini ve buna zaman ile emeklerini deneyeceğini düşünen, mücadele eden sıra dışı insanlardır.
Şimdiki üst bilim insanı dediğimiz ve bulunan bir şeye bir kulp eklemeyi bilim sanan çapsızların “büyük bilim insanı” sayılması, kaynağı net olmayan ancak anlamı net olan o güzel sözü hatırlatır bize: “Batan ülkede küçük insanların gölgesi büyük olur.” Farkındaysanız, büyük olan gölgeleridir; yani imajlarıdır. Ancak karanlığa doğru ilerleyen zamanlarda yaşayan insanlar, olanların gerçeğini değil imajını görür ve onunla değerlendirir insanları.
İşte filmde anlatılan yönetmen de tam da böyle biri; yani gerçeğine değil bir gölgeye, imaja âşık ve onun gibi olmak istiyor. Yani Tarkovski’nin imajı gibi olmak istiyor. Başka türlü, gerçekten Tarkovski’yi anlamış olsa; yani gölgesini değil de gerçeğini görse, filmin adı “Neden Bahadır (kendim) olamıyorum?” olurdu. Tarkovski ya da tarihe fikirleri, bakış açısıyla damga vurmuş herkesin ulaşmak istediği ve ulaşabildiği ölçüde de zamanı aşabildiği şey, öncelikli olarak “kendisi olmak”tır.
Peki bir insan nasıl kendisi olur ya da kendisi olduğunu nasıl anlarız? Filmde başlangıçta ve bitiş öncesinde duvarda yansıyan ve maalesef filmin yönetmenin bu haliyle sadece bir tür şekle indirgediği “İlkelerine bir kez olsun ihanet eden insan, hayat ile olan saf ilişkisini yitirir.” sözü bu konuda bize yardımcı olabilir; çünkü sorgulanmış ve içselleştirilmiş fikirlere sahip birinin ancak “ilkeleri” olabilir. Yoksa günümüzde herkesin kendi sandığı ve dıştan dayatılan, edilgen sahte benliği kendi sanma halinde olan birinin “gerçekten kendisinin olan ilkeleri” zaten olamaz!
Zaten açın bakın; bu hiper-iletişim çağının bireyi yok eden ancak oluşturulan her sahtelik gibi abartılı, gürültülü “sahte benlik” kavramını destekleyen ve basında çıkan son iddialara göre de pek de yaptıkları şeylerin gerçek bilimle bir alakası olmadığı için çok rahatlıkla “sahte diplomalılar” tarafından da taklit edilebilen popüler psikologlar, bu açıdan bu sahte hiper-iletişim çağının rahipleridir. Yani içselleştirilmiş, sorgulanmamış bir kendiliği olmayan insanın sınırları da olamaz. Bu yüzden de bu insanlar, sahte benlikleri yani dışsal imaj benlikleri için kendilerine, gerçekliklerine yalan söylerler.
Bu insanların ruh halini de en iyi Çingeneler Zamanı filmindeki Perhan’ın “Kendime yalan söylemeye başladığımdan beri kimseye inanmıyorum.” sözü açıklar. Gerçek dünyada olan kendi gerçekliğini inkâr etmek, yani yalan söylemek; kendisine bir insanın başına gelebilecek en büyük lanet ve felakettir! O insan, artık her hareketinde kendine yabancılaşır ve başkalarının hoşuna gitsin diye yaptığı, bunun karşılığında da sadece bir “onanma, beğeni” bekleyen biri, gerçekten bir irade sahibi olabilir mi? O saflığı ve huzuru, bir ömür boyunca aynı mantıkta kaldığı sürece bulabilir mi?
Sistem açısından, kapitalizmde “kriz” kavramı aslında onun doğasının bir parçası ve düzenleyicisidir ve bu sayede servet transferi yapılır; altta olanlardan, üstte olan azınlığa. İşte buna benzer bir şekilde, bu lanete maruz kalan sahte benlik iddiasındaki bireyler de sık sık krize girerler. Bunu da yeni bir etkinlik, yeni sosyal medya arkadaşlığı, yeni onanabileceği maddi başarılarla aşmak isterler; ancak sistemin doğasının bir parçası olduğundan bunlar hep geçici avuntulardır. Bir tür mastürbasyondur; anı kurtaran ve gerçeği sahte olanla yatıştıran şeylerdir.
Filmde ilk başta, maddi yoklukları Tarkovski olamamaya gerekçe olarak sunar. Oysa Tarkovski zaten maddi zorluklar, hatta siyasi baskılarla filmlerini yapabilmiş birisi. Ki bence de bu filmleri yapabilmesinin nedeni Sovyetler’de yaşamış olmasıdır. Zorluklar ve bunu aşmak için acı çekmek, kendini bilen ve özünde bir ateşi, coşkusu olan insan için yaratıcılığı tetikler.
Günümüzde Tarkovski’nin yaşadığını düşünsenize; Sovyetler’de baskılandığını, sürekli önüne engeller konduğunu ve onun da bir popüler psikoloğa gittiğini… Ne olurdu? “Sınır koy, negatif insanlardan ve ortamlardan uzak dur” gibi sözler söylenirdi ve Tarkovski diye biri olmazdı belki de. Milos Forman’ın Guguk Kuşu filminin de bence esas eleştirisi, bu noktada psikiyatri vb.’nin çoğunluğun ortalamasına bireyi mahkûm etme riskini ortaya koymasıdır. Ki geçen haftaki Whisky filmi yazısında “gerçek olanın sahtelik karşısında yıkılması” sözünün bir dostumuz tarafından “tam da tersi olması gerekmez mi?” eleştirisine de değinmekte fayda var.
Kutsal kitapta geçen “Hak geldi, bâtıl zâyi oldu” sözüne de ters gibi durmakta; ancak aslında tam da bu sözü haklı çıkarır nitelikte, çünkü hak, gerçek geldiği halde yalan devam ediyorsa, oradaki insanlar gerçeği içselleştirmemiş ve kabul etmemişlerdir. Bu haliyle de gerçeğin olduğu yerde yalan ve sahtelik de devam ediyorsa, orada yıkılan gerçek olur. Gerçeğin yıkıcı gücü vardır; yıkmıyor ve yalanla birlikte devam ediyorsa, orada gerçeklik gelmemiştir içsel olarak.
Basit, yüzeysel bir örnek vereyim daha iyi anlatabilmek için: Bir erkek her sabah işe başlamadan önce sörf yapsın ve bunu da sosyal medyasında imaj benliği için sunsun. Ve işe gidinceye kadar ya da gün içinde sürekli kim baktı, kim beğendi diye baksın. Bu insan, evlenince de aynı alışkanlığı devam ettirmeyi isteyecektir; çünkü bu bir sahte benlik ve dışsal onanma beklentisi halidir. Dolayısıyla hayatında artık biri varken de bunu devam ettirmesi ya da hayatındaki insanla değil de başkaları ile her şeyini paylaşması, bir özgürlük ya da güçlü benlik değil, olsa olsa çocuksu bir sahte benlik halidir. Ancak günümüzde işte bu sahte benlik, popüler psikolog ya da ilişki sayfasıyla hayatlarına yön veren insanları “farklılık ve özel olma iddiasında yapıp aynılaştırmadır.”
Aynılaşan şey araçsallaşır ve sıradanlaşır, basitleşir. Hep söylediğim gibi, hayatta, sanatta, aşkta, yaşam da ancak kendisi olan ve benlik bilinci olan bağımsız insanlar ile mümkündür.
Oysa filmdeki yönetmenimizin kendini bilme düzeyi çok düşüktür. Acı olan da kendini bilmeden bir şeyler yapmaya cüret etmesidir. Nereden anlıyoruz kendilik bilinci olmadığını? Film boyunca hep başkalarının önerilerini not eder ve düşünür. Bu, gerçekten içten gelen bir ateşin olmadığının kanıtı değil midir?
Şimdi diyebilirsiniz ki “Ne var yani, hiç kimseden görüş alınamaz mı?” Elbette alınabilir; ancak burada da görüş alınacak, mahreminizi açacak insanın varlığı önem taşır. Tarkovski’ye “Filmleriniz çok izlenmiyor” diye sorulunca cevabı “Ben sadece iki kişinin görüşleriyle ilgileniyorum: biri Bresson, diğeri de Bergman.” demiştir. Yani modern insanın kendini dış dünyaya lanse ettiği yer olan sosyal medya olsun ya da bir sanatçının filmi olsun; ikisinde de eğer amaç ticari değilse, yani kazanç için kurulan bir işin tanıtımı değilse ve de samimiyet içeren bir benlik, varoluş iddiası söz konusuysa, aslolan o görüş almaya değer verdiğiniz insanların da kim olduğudur.
Bu arada Bergman ve Bresson ile öylesine dost oldukları için ya da bir mekânda ya da ilkokul arkadaşlıkları gibi bir edilgenlik ya da maruziyet ile değil; onların zamanı aşacak, insanlığa dair yeni sözler söyleyen samimi yönetmenler olduğuna inandığı için bu payeyi onlara verir. Sosyal medyada ya da onun uzantısı hayatında sahtelikle yaşayan, kendine (zamanına ve emeğine) saygısı olmayan birinin, en küçük temas ettiği ortak arkadaşlarla sahteliğini büyütmesi misali, aslında başkalarına hayatın hakkında yorum yapma hakkı (açıktan ya da gizlice) vermiş oluruz.
İşte filmdeki yönetmenimiz de kendi içindeki ateşe inanmadığı için sürekli bulunduğu ortamdaki vasat insanlardan akıl ala ala kendi ateşinin sönmesine neden olur. Bergman ve Bresson yerine vasat pek çok insandan beğeni, onanma bekleseydi, Tarkovski Tarkovski olamazdı ki!
Maruz kalmak vasatlığa, insanı ister istemez vasatlaştırır. Ortam maruziyeti zaten edilgenliğe, sahteliğe yatkın ya da savrulmuş ve kendine yabancılaşmış, otomatik pilotta ilerleyen insana göredir ve yavaş ilerleyen ama metastaz eğilimi gösteren bir kanser misali benliği dönüştürür.
Filmdeki en güzel sahnelerden biri de bu maruziyetin yönetmenimizi nasıl dönüştürdüğünü gösteren; dayısının askerden kaçıp yanına gelmesi üzerine ona verdiği akılda görülür. “Vicdani retçi ol; böylece batıdan da destek görürsün, hatta para bile kazanırsın” der ki, aynısını buna arkadaşları başka şekilde ilk başlarda söylemişlerdi: “Yapacağın film yerine Avrupa’da geçen gün eşcinsellik, Batı–Doğu din teması ya da göçmenlik gibi filmler yap; böylece ödül ve para kazanırsın” demişlerdi.
Dönüşmüştür; ancak dönüştüğünün bile farkında olmayan bir kendine yabancılaşma örneğidir bu sahne.
Yine filmde, üniversite öğrenci evi misali erkek arkadaşları ile birlikte aynı evde kalmaktadır. Bu durum her ne kadar maddi yetersizlikten dolayı olsa da kız arkadaşı ile birlikte olduktan sonra kız arkadaşının su almak için mutfağa gittiğinde, evde yaşayan diğer bir adam ile karşılaşınca “Sen ne yapıyorsun?” dediğinde “Çay yapıyorum” demesi; bunun üzerine de “Bu saate ne çayı?” deyince de adamın “Sevişme seslerinizden uyuyamadım.” demesi ve bunun üzerine erkek arkadaşına durumu anlatması ve onun da “15 yıllık arkadaşım, yanlış anlama” vs. demesi üzerine kızın çok doğru analiziyle “Siz ergenleri çekemem” demesi, başarılı bir sahneydi.
Bu sahnede “mahrem” kavramının olmadığını görürüz. Aslında bu sadece seksin değil; yalnız kalındığında, yani dış dünyadan çıkarılınca insanın en saf varoluşu anlamında mahremin olmayışının da göstergesidir. Biyolojik olarak hücre zarının en önemli özelliği “seçici geçirgen” olmasıdır. Hücre zarı, dış dünya ile içeri arasında bağlantı sağlayan şeydir ve her şeyi içeri alamaz; hücreye faydası olan şeyleri içeri alır. Mahrem, dış dünyaya kapalı olmak demek değildir; yararlı olan ile gereksiz olanı seçmek ve ayırmak da demektir.
Oysa bu sahnede sadece maddi değil; ruhsal anlamda da benlik ve bağımsızlık yoktur. Böyle biri de ancak idealize ettiği ama asla ulaşmayacağı ve daha beteri aslında ulaşmak da istemediği bu uzak hedef sayesinde kendi tembelliğini ve beceriksizliğine kılıf bulacağı bir konfor alanında yaşar sadece. Hep mağdur olur, hep başkalarını suçlar.
Sinemayı kutsamak da bu açıdan acıdır; çünkü insanın içindeki ateşi ifade etme yöntemlerinden biridir sinema. Ancak bu imkân yoksa roman ya da tiyatro yapabilir. İlla da sinema ısrarı da bir tür kendini iyi hissetmek ve başkalarını suçlayıp sahte bir “Değerim anlaşılmadı, imkân verilmedi” kolaycılığından başka bir şey değildir aslında.
Bir de Ahmet Kaya’nın yaşadığı ve Karadeniz’de bir adada olduğu konuşmalarının geçtiği sahne, güzel yansıtıyordu bu karakterlerdeki edilgenliği ve ne istediklerini tam olarak bilmeme ve daha da beteri mücadele etmeden bir şeylere kavuşarak huzur bulma tembelliklerini gösterme açısından.
Burada bir anımı da paylaşayım olayı daha iyi anlatabilme adına: Bir partide arkadaşlar oturuyoruz. Çok sevdiğim bir dostumuz önce Kanada’ya gitmekten bahsetti ve bolca övdü, kulaktan dolma bilgilerle. Biraz zaman geçince de aynı dostumuz bu kez de Antarktika’da boyutlar arası bir kapı olduğunu ve insanların bunu bilmesini güçlerini engellediğini vs. anlattı. “Sen ne diyorsun abi?” deyince, ben de “İrrasyonel olanı rasyonel olarak açıklanamaz.” dedim.
Zaten bu tür tartışmalara girmek, bataklığa saplanmak demektir. Var–yok vs. anlamsız şeyler. Ancak dedim, “Senin önce Kanada sonra da Antarktika’da bir kapı aracılığı ile başka yerlere gitme isteğin önemli! Çünkü sen memnun değilsin hayatından demek ki ve bunu da değiştirecek bir mücadele yerine sadece edilgenlik ve tembelce bir kaçış hayalinden başka bir şey koymuyorsun. Esas mesele bu bence.”
Yukarıda filmde anlattığım sahneye benzer bir şekilde, araştırılmamış, idealize edilen sahte hayal ile gerçeğini daha da kirletme ve mastürbatif bir ana hapsolan, gerçeği erteleyen ucuz, hedonist bir kaçış tavrından başka bir şey değil.
Ve Menderes Samancılar üstadın oynadığı, idealize edilen ama zorluklarla değeri bilinmeden yaşayıp giden entelektüel formatında da sorun var. Şöyle ki: İnsanın içinde bir ateş varsa bu illa ki çıkar ve çıktıktan sonra da toplumdan değil, sadece saygı duyduğu gerçek elit bir kitleden beğeni alması yeter.
Sosyal medyada gördüğüm bir kadın profili var; tek yaptığı şey, her gönderisinde farklı bir pantolon giyerek kalçasını göstermek. Takipçi sayısı da 1 milyonun üzerinde. Aslında bu yanlış değil; çünkü risksiz ve regrese olmuş, hayvani temel bir içgüdüye hitap etmek çoğunluğu hedef almaktır. İşte bu, tam olarak “öylesine” beğenilecek bir şeydir. Ki bu kadın da bundan para kazanmakta ve zamanı aşmak, kendini gerçekleştirmek gibi bir çabası da yok. Yani tutarlıdır.
Ancak herkesin anlayacağı yüzeysellikte bir şey yapmayıp derinleşen birinin herkesten saygı ve ilgi görmeyi beklemesi, asıl tutarsızlık ve kendini bilmeme halidir.
Tarkovski olmak değil; kendimiz olmak, değerli olan şey…
Yönetmen: Murat Düzgünoğlu
Senarist: Murat Düzgünoğlu, Çiğdem Vitrinel
Oyuncular: Tansu Biçer, Menderes Samancılar, Vuslat Saraçoğlu, Esra Kızıldoğan
Yıl: 2014