05.03.2025
Oscar ödülleri dağıtıldı. Akademinin bakış açısı ile ‘en iyiler’ ödüllendirildi. Online platformlar, dizi sektörü, ‘hiper-iletişim’ çağının imkanları sayesinde yeni bir ‘birey’ kavramı oluşturuldu ve bunun için de pek çok yetenekli ABD’li sinemacı bu alana kaydı(rıldı). Dolayısıyla Oscar’ın yapısı da değişti. Eski sahipleri bir tür zincir marketin devren kiralanması misali bu alanı yeni sahiplerine bıraktılar. Ancak en azından şimdilik az çok devraldıkları yapıyı korumak şartıyla. Evet artık ana yarışmaya İngilizce olmayan filmler, yönetmenler ve oyuncular da katılabiliyor ancak temalar ve Holywood tarzı kalıp korunuyor. Temalar demek ne hakkında ya da en azından arka plan olarak neyi kullanmanız gerektiği dayatması ve kalıbıdır. Bu yıl da ‘The Brutalist’ Yahudi Soykırımı temasını arka plan olarak kullanan filmdi. Ki hakkını yemeyelim bu dayatmayı (belki de çok fazla bu konu işlendiği için bu konuyla ilgili yeni bir söz söylemek doğası gereği yaratıcılığı tetikliyor) aşan yenilikçi iki bakış açısı sundu. Birincisi Nazi kampları ile kapitalist bir dünyada yaşamak arasında kurduğu paralellikti. Goethe’nin ‘Hiçbir kimse kendini özgür sananlardan daha fazla köleleştirilmemiştir.’ Sözüne atıf her ne kadar Sovyet yönetimi altında kalanlar için filmde söylense de filmin özünde ana karakterin ABD’de yaşadıklarına daha çok uyuyordu. İkincisi de sadece ülkemizde değil dünyada da iyi eğitimli kesimin değersizleşmesini ve hödük bir kapitalist patron tarafından en aşağılık şekliyle filmde gösterilmesiydi. Benim yorumum bu durumla ilgili olarak kapitalizm için ‘değer’ kavramı pragmatiktir ve işe yararlılıkla orantılıdır. Günümüzde bu değersizleşmenin nedeni de muhtemelen yapay zeka, otomasyon sistemleri vs ile ‘iyi eğitimli kesimin’ yerini doldurabilecek bir şeyin ikamesi ile ilgili.
Bir başka tema kapitalist dünyanın doğal muhalif olma potansiyeli olan LGBT ve feminizmi öne çıkarması. Burada amaç elbette bu doğal muhalif potansiyeli çiğ bir övgü ve basit bir ‘doğuştan’ gelen cinsiyeti öne çıkararak destekleme girişimidir. Herhangi bir cinsel kimlik birincil seks organları ile biyolojik olarak tanımlansa da toplumsal olarak önce insan olma üzerinden tanımlanır. Yani önce insana ait genel haklar ve şartlar sağlanmalı sonrasında da bu haklar sonuna kadar desteklenmeli. Sıralama karışırsa ne olur? Bireysel bir gözlem ile anlatayım. 17-18 yaşlarında Amina adında Suriyeli bir kız çocuğunu başka bir dostumuzun röportajı amacıyla tanımıştım. Hayatımda gördüğüm en güzel kadındı diyebilirim ve maalesef bedenini satarak (ki birilerinin kontrolünde) yaşamak zorunda kalmıştı. Yaşayan kimsesi yoktu ve o güzellikle de aşağılık insanlar için kolay bir avdı. Bu kızcağızın bizdeki kapitalizmin emir komuta zincirinde olan ancak kendini en özgür, en solcu sanan kimselerce maksimum önerileri onlyfans benzeri patronsuz bu işi yapması. Neden her konuda artık tek seçeneğimiz ‘daha az kötüyü seçme özgürlüğü’ bunu sorgulayan yok! Çünkü sistemin dayatmalarını kutsal kabul edip, o kalıplar için de solcu, Müslüman, milliyetçi vs vs olmak demek sistemin evcilleştirdiği bir oyuncağa dönüşmek demek sadece. Dışta bu düşüncelerin sembolleri kalır, iç-öz ise sistemin istekleri ile doldurulur. Katledilip, kapitalist patronların filmlerdeki misali şöminelerinin üzerinde bulunan, içi doldurulan bir hayvan misali. Bu temaya yönelik yeteneğini seferber eden yönetmen ise Audiard oldu. Emilia Perez filmi ile tüm hünerini sistemin efendileri için sergiledi. Tam 13 dalda aday yapıldı ki bu rekor! Sonuç ne mi oldu sadece Zoe Saldana başarılı performansı ile en iyi yardımcı kadın oyuncu ödülü aldı, bir de en iyi özgün şarkı ödülünü. Klasik bir söz vardır. Kapitalist sistem direnene saldırır ancak saygı duyar. Boyun eğene ücretini ödediği bir meta gibi davranır ve saygı da duymaz. Duymadı da zaten! Lellio’nun ‘Muhteşem kadın’ filminin ruhunun tırnağı olamayacak bir samimiyetsizliği sistemin görmemesi mümkün mü? O kadar aptal olsa zaten nasıl hala bu kadar güçlü olabilir ki? Filmden de bahsedelim biraz. Fransız yönetmen, Meksika’da bir uyuşturucu karteli lideri ile fakir yerel halktan yani ezilen kesimden olan ve kendisi gibi ezilen sınıfdaşlarının üzerine basarak sınıf atlamaya çalışan kadın bir avukatın; kartel liderinin cinsiyet değiştirmek için bu avukatı görevlendirmesi ile kesişen hayatlarını konu ediniyor. Kartel lideri kadın olunca bir anda hidayete erer ve ABD’li zengin keşler için yapılan uyuşturucu ticareti nedeniyle 100 bin insanın kaybolduğu Meksika’da bir anda bir sivil toplum örgütü kurar ve bu kayıpların bulunması için mücadeleye başlar. İşin sınıfsal, iktisadi özü değil esas olan kadın olmasıdır bu insafa gelmede. Bu derneğe karteller bir şey demez mi? Belirsiz. Bu derneğin parası eskinin kirli parasından gelir, o da anlatılmaz. He bir de kadın hakları üzerinden de ödül avcılığı için cinsiyet değişimi sonrası sevgilisi de kadın olur. Film dünyada herkes kadın olsa fon müziği olarak ‘İnsanlar el ele tutuşsa birlik olsa, hayat bayram olsa’ çalacak yani. Neyse devam ederiz. Audiard gibilere de son olarak şunu hatırlatalım 8 Mart EMEKÇİ KADINLAR günüdür. Sistemin kalıplarına boyun eğen kim olursa olsun ne sistem tarafından ne de insanlık onuru adına saygın değildir. Saygı emek ve mücadele ile mümkündür.