30.01.2024
Dünya değişiyor. İnsanlar var oldukça tüm zamanlarda değişti de. 2. Dünya savaşı sonrası ‘soğuk savaş’ zamanları görece bir huzur vardı. 90’lar ile 2000’lere kadar ise garip bir belirsizlik. 1800’lerde endüstri devrimi ile başlayan ve ‘Tanrı’nın öldüğü’ zamanlardan itibaren ki değişim tarihin tüm dönemlerinden farklıydı. İnsan Tanrı kavramını da işgal etti. Ölen Tanrı kavramının yerine kendisi geçti. Artık sınırlar yoktu! Bakir bir uçsuz bucaksız tarla ve insanın hırsı vardı. Bu durumun somut gerçeklikten öteye geçmesi 2000’lere kadar sürdü. Tanrı olmanın somut dünyası büyük oranda işgal edilmiş oldu. İşgalcilere daha önceleri az çok girdikleri ancak yeterince işgal etmedikleri yeni bir alan kaldı. O da soyut olana dair kısımlar, insanın iç dünyası, ruhu. Eskinin bilim-kurgu, distopya türleri ile korkarak hayal ettiği kabuslar artık gerçeğe dönüştü. Tanrı’nın en önemli özelliği her anınızı bilmesi değil midir? İşte özellikle son 15 yılda sosyal medya başta olmak üzere artan ‘yeni iletişim’ tipleri insanlar arası bağın yerini aldı. Bu iyi, kötü kavramlarının ötesinde bir durum. Bu zemin ile alakalı bir sorun. Ayaklarınızı sağlam basmanız gereken futbol gibi bir oyunu düşünün ve size bunu buz hokeyi oynanan bir sahada yapmanız istendiğini hayal edin. Durum tam da budur! İnsani olanın üstelik insanlardan oluşan bir ortamda yok olmasıdır bu durum.
Geçenlerde genç bir okurun daha önce önerdiğim Bartol’un ‘Alamut Kalesi’ romanı ile ilgili olarak ‘Finalinde Sabbah’ın öğretisinin 5. ve son aşaması -her şey mubahtır- demesinden bahsederek, o zaman nasıl bir toplumsal ahlak oluşabilir ki?’ diye sordu. Ben de 500 sayfalık romanda anlattığı öğretisinin aşamalarından bahsettim. İlk önce katı, şekilsel kurallar ile başlayan uzun bir süreç sonunda bu öğretiye kavuştuğunu anlattım. Tehlikeli, emek isteyen, yanlışları olan ve bunu yolculukta birebir gören birinden bahsettiğimizi ve bu karakterin bu süreç ile değiştiğini ve bu öğretiyi anlayacak hale dönüştüğünden bahsettim. Karakter artık bir tür Nietzche’nin üst insanına dönüşmüş ve adalet kavramının toplum-devlet mekanizması gibi dıştan-baskı ile gelecek bir kurallar manzumesine değil tamamen vicdanına bırakılacak bir olgunluğa ulaştığını söyledim. Bu karakteri Sabbah kendi yaşadıklarından yola çıkarak, gerçek dünya ile birebir uyumlu olarak oluşturduğu bir laboratuvarda, hızlandırarak yaratmıştır. Çünkü insan ömrü sınırlıdır. Düşünsenize sosyal medyada bu roman ‘alıntılarla’ yani kırıntılarla, parçalarla yaşayan ve bütüne kavuşma ihtimali olmayan, bütünlük oluşturamayan, emek vermeyen, düşünme yetisini eskinin şeyhlerine teslim eden müritler misali ‘hap bilgiler’ ile psikologlar ya da öne çıkarılan sözüm ona entelektüllere teslim eden günümüz insanı için bu kitap tek kelime ile açıklanabilir ‘Her şey mübah!’ Bu alıntıyı bir yazardan geldiğini düşünen aklı olan ancak ‘akletmeyen’ insan ne yapar? Romanın başlangıcı seviyesinde kalır ancak aldığı şey romanın bitişindeki bilgidir. Oysa o sözü anlamlı kılan şey romandaki süreçtir. Bağlam kaybolmuştur. Bağlam kaybolup, parçalara, kırıntılara mahkum olan insan sistemin istediği kalıplara uygun bir parça haline döner ve sistem onu istediği yere monte eder.
Eski dünyaya dair gerçek insanı anlatan çok az usta kaldı. İşte onlardan biri Aki Kaurismaki. Kahramanları her zaman sıradan insanlar ve sıradan dertler. “Sararmış Yapraklar” filminde dış dünyadan gelen iğrençliği radyodaki savaş haberleri ile sınırlamış. Gündelik yaşamda da karakterlerimizin yaşamlarına tecavüz eden kapitalist gerçeklik tüm çıplaklığı ile ortaya konuyor. Çöpe atılacak olan ürünü aldı diye market çalışanı karakterimize ‘kurallara aykırılık’ adı altında sistemin kutsadığı kurallar kavramının nasıl insan aleyhine kullanıldığını gösteriyor. Oysa bu kurallar asla güç sahiplerine uygulanmıyor hatta daha beteri bu konuda bilgi sahibi dahi olamıyor vergi veren halk. Hatırlayın Demirören’in Ziraat Bankası’ndan aldığı kredi ödendi mi diye soran milletvekiline ‘ticari sır’ denilerek cevap verilmemişti. Vergi vermek zorunlu ve şeffaf ancak nereye kullanıldığının hesabını soramıyorsunuz!
Dış dünyanın neredeyse tamamını işgal eden sistemin yarattığı huzursuzluk ortamında karakterlerimiz bunu aşmak için günümüz insanın yaptığı gibi sistemin bir başka aracı haline dönüşen psikologlara başvurmak ve onların hap bilgilerine ya da sosyal medyadaki ‘alıntılarla’ çözüm bulmak yerine kendi yollarını düşe kalka asla insani gerçek bağlardan korkmayarak, vazgeçmeden birbirlerine sarılıyorlar. Aşk tam da böyle bir durumda oluşmaz mı? İki insan arasında, özel bir bağ ile. Araya sistemin taktik, akıl verenleri olmadan. Buna ihtiyaç duyanların birey taklidinden öte bir benlik gelişimi olabilir mi? En özel, en mahrem olan aşk kavramı içimizden gelen, varoluşsal bir meseleyken bu konuda dışarıdan birilerinden medet ummak insanın kaybolduğunun kanıtı değil mi?
Kaurismaki’nin sosyalist bakış açısı ile her zaman olduğu gibi acı gerçekleri anlatması ve finalinin de her filminde olduğu gibi umut ve mutlu son ile bitmesi gerçeği bana hep tam da insani olanın bu olduğu hissini veriyor. Yaşamak, her şeye rağmen bilerek ancak umut ederek yaşamak işte hayat bu.