Zeki Demirkubuz’un son söyleşisinde, “Ben bu yaşlarda, hayata dair bu denli güçlü bir kavrayışa sahip olsaydım, sanırım intihar ederdim.” diyerek seyredeceğimiz filmler listesine eklettiği “Whisky” filmi, uzun yıllardır sıkı bir şekilde uyguladığım “evde yalnızken alkol almama” kuralımı da bozdu. Yönetmenlerinden Juan Pablo Rebella, 2006 yılında (32 yaşında, bilgisayarının başında, yarım içilmiş viski şişesinin yanında) bir silahla intihar etmiş. Demirkubuz’un o yıllarda Polonya’da filmi izledikten sonra çok etkilenmesi ve tesadüfen bir karşılaşmada bir dağıtımcı arkadaşıyla bu filmden bahsetmesi; arkadaşının da yönetmenin intihar ettiğini söylemesi, elbette filmi benim için de çok daha ilgi çekici kıldı.
Film, aslında Fellini ustanın 1954 yapımı La Strada filminin tadını verdi bana. Fellini’nin eşi Giulietta Masina’nın muhteşem oynadığı ve hayatın tüm zorluklarına rağmen saflığı ve neşesiyle hayata direnen Gelsomina karakteriyle, bunun tam tersi; vurdumduymaz, yüzeysel, anı yaşayan ve andan ibaret olan Anthony Quinn’in canlandırdığı Zampano karakteri üzerinden bir öykü anlatılıyordu. Fellini, kendine has bir mizahı ve entelektüel derinliği olan bir yönetmendi. Bu sebeple onun anlatısı, final sahnesine kadar bu film kadar yıkıcı değildir. En basitinden, hareketli ve canlı karakterler ve öyküler sunar izleyiciye.
Oysa Whisky’de, yaşadıkları acılar sonucunda baştan itibaren “ölü” olan karakterler vardır. Ana karakterler olan iki kardeşten biri, annelerinin ölümüyle hayatını bir makine gibi yaşayan Jacobo; diğeri ise annesinin hastalık sürecinde, hatta ölümünde bile cenazeye gelmeyen ve Brezilya’da kendince, belli bir maddi başarı elde etmiş olan Herman’dır. Filmin görünürdeki yapısını, annelerinin mezarının yapılması ve ölümünün birinci yılındaki anma için Brezilya’daki kardeşin davet edilmesi, onun da bu daveti kabul etmesiyle başlayan yüzleşme oluşturur.
Elbette hayatta da filmlerde de imajın, görünenin, yüzeyselliğin bir değeri yoktur; en azından biraz düşünen, hayatta anlam arayan, kendini bilen ya da bilmek isteyen insan için. Jacobo, toplumsal imajın saygın çocuğunu oynamaktadır. Öz annesi için yaptığı fedakârlıkları, kardeşini film boyunca suçlayıcı ve kötü hissettirecek hareketlerle başka bir tür manevi haz elde etmek için bir araç olarak kullanır. Jacobo, açık bir iletişimle kardeşini suçlamaz; onun gerekçelerini sunmasını ya da özür dilemesini istemez (ki bu tipiktir: açık iletişim kurmayarak karşıdakini, bilinmezliğin etkisiyle daha da kötü hissettirmek, zayıf insanlar için bir hazdır. Çünkü bu şekilde davranarak, karşıdakinin özür dilemesine imkân verip de kendisini var eden bu toplumsal saygınlığın yıkılmasından korkar). Oysa film boyunca soğuk davranıp açık iletişim kurmayarak, kendi hayal dünyasında yarattığı sahte benlik duygusunu sürdürmek için bu buluşmayı bir fırsata çevirir.
Herman ise aynı işi Brezilya’da yapmaktadır ve Jacobo’dan çok daha işlevsel bir hayat ve aile düzenine sahiptir. Ancak iki kardeş de aslında yüzeysel tiplerdir. Hayatlarını sadece işle ya da iş-aile kombinasyonu ile doldurmuş, toplumsal algıda “başarılı” ya da “başarısız” olarak etiketlenmiş ama asla yaşam ve benlik üzerine derinleşmemiş, otomatik pilota bağlanmış kişilerdir. Derinlikleri yoktur. Çünkü derinlik, insanın hayatın anlamı üzerine kafa yormasıyla mümkündür. Toplumsal başarı ya da başarısızlık gibi dışsal ölçütlerle değil, içsel benlik kavrayışı ve anlam bulmayla belirlenir.
Aslında film, yüzeyde bu iki erkeğin ucuz, çiğ ego savaşından ibarettir. Jacobo’nun, annesinin hastalığı ve ölümüyle ilgilenmediği için Herman’a bakışı, aslında onun değil, ortalama toplumsal olanın bakışıdır. Buradaki gerilim ve düşmanlık da bireysel değil, toplumsal algının yarattığı düşmanlıktır. Ancak unutmamak gerekir ki düşman, aşılmak içindir. Üç kuruşluk bir şeyi düşman olarak görürseniz, elde edeceğiniz şey de ancak 3.1 kuruşluk bir değer taşır. Üstelik ne olursa olsun kardeşten düşman olmaz; ego tatmini sağlanmaz. Böyle bir tatmine ihtiyaç duyan, zayıf bir ergen ruh hâlinde yaşıyor demektir. Ayrıca, anneye yapılan bir iyilikten –manevi olarak bile olsa– bir karşılık beklemek, “tüccar zihniyeti”yle hareket etmektir. Oysa anne ya da sevgi, bir meta yerine konamaz.
Bu iki ergen ve benlik bulamamış, hayatın dışsallığına kapılmış erkek kardeşin ego mücadelesinde uyumsuz olan ve filmi bu denli derin ve etkileyici kılan karakter ise, Jacobo’nun yanında çalışan ve onu kendisi kadar çok seven Marta’dır. Marta’nın bu çiğ erkek ego savaşına dâhil olma nedeni, Jacobo’nun kardeşine karşı güçlü görünmek için ondan eşi gibi davranmasını rica etmesidir. İşte filmi trajediye dönüştüren kısım da burasıdır. Marta, gerçek hayatta sevdiği ve birlikte olmak istediği adama yardım etmek ister; ama onun bu isteği sadece bir rol olarak görmesi kırıcıdır. Marta’nın trajedisi, tam da budur: Gerçek olmayan, imaj ve dışsal toplumsal algı için hayatını sabote eden, kendi olamayan birini sevmek ve ondan sevgi beklemek.
Marta, gerçekten sevmenin etkisiyle olsa gerek, bu aptalca ve umut kırıntısı taşıyan durumu bile kabul eder. Jacobo, bazı videolarda gördüğümüz, topu getirip oturan bir heykelin önüne bırakan ve onun canlı tepki vermesini bekleyen köpekler gibidir. Ölü bir insan ya da heykeldir adeta. Canlılığı ve kendilik bilinci yoktur ki sevebilsin! Çünkü sevmek ve gerçekten yaşamak, benliğinin farkında olan biri için mümkündür. Geri kalan büyük çoğunluk, gündelik hayatın önlerine getirdiği meşgalelerle savrulan, kendileri sandıkları dışsal/toplumsal ezberlerle varlık iddiasında bulunan, öylesine nefes alan insanlardır. Zamyatin’in Biz romanındaki güzel ifade ile: “Yaşayan ölülerdir.”
Filmde çok güzel bir sahne vardır: Üçü birlikte sinemaya gider. Jacobo mısır yer, Herman uyur ve filmi sadece Marta izler. Çünkü Marta bir anlam arayışı içindedir. Diğer ikisi ise, biri “başarılı”, diğeri “başarısız” toplumsal dayatmaların mahkûmudur. Bu sahne, bence filmin en etkileyici karakter analizidir.
İki çocuğun ego kavgasının ortasında kalan erişkin biridir Marta. Bu oyuna girmesinin nedeni, en zayıf hâlini ve sırrını onunla paylaştığını düşünmesidir. Gerçek insanlar sırlarını sadece çok değer verdikleri kişilere açarlar çünkü. Ancak imajla yaşayanlar, Jacobo’nun yaptığı gibi, sahteliklerini hayatın tamamına yayarlar; çünkü gerçekleri yoktur zaten.
Ve finalde, her gerçek olanın sahtelik karşısında yıkılması misali, Marta yıkılır. Jacobo ve Herman ise rutin, ölü hayatlarına geri dönerler.
La Strada’nın bu filme göre daha şaşaalı anlatısı, karakterleri uçlarda vurgulaması ve finalinde Gelsomina’nın insana dair umudunu yitirmesi nedeniyle etkisi daha serttir, bu doğru. Ancak Whisky’nin yaşam kadar sade oluşu, hatta bir film değil de hayatın kendisi gibi olması; oyuncuların Bressonvari geri çekilmiş oyunculukları, düşünme ve hissetme becerisi olanlar için daha da etkileyici olsa gerek.
Filmin adı da, fotoğraf çekilirken insanların gülümsemesi için “whisky deyin” demesinden geliyor. Yani fotoğrafların kurgulandığı, hatta günümüzde “spontane” denilen anların bile kurgu süzgecinden geçtiği sosyal medya imajları misali, insanın gerçeğini yansıtmamasına gönderme yapıyor.
Son olarak, filmde balayındaki genç kadını canlandıran Ana Katz’ın, pandemi döneminde (2021) çıkan Sessiz Kalmak İstemeyen Köpek filmini de yönettiğini belirtmek isterim.