27.12.2020
1900’lü yılların başında Rus Çarlığı çatısı altındaki toplumlar, toprak ağaları ve onlar adına çalışan köylüler yani serflerden oluşan feodal toplumlardı. Çarlığın da Endüstri devrimini ıskalayan her toplum gibi varlığını sürdürmesi imkansızdı. Yenilgi kesindi ama çıkış yolu ne olmalıydı? Gogol, Tolstoy, Gonçarov gibi pek çok entelektüel, Çernişevski’nin kitabına adını veren “Nasıl yapmalı” sorusuna akıl yordular. Örgütlü ve de entelektüel kapasitesi yüksek ancak toplumda azınlığı oluşturan Bolşeviklere yolu açan ve komünizme giden yolun taşlarını döşediler. Çare komünizmdi! Gerçi Tolstoy, Gogol gibi bazı entelektüeller bu işin sonundaki şiddeti görünce Dostoyevski gibi inancı öne çıkardılar ancak zaman devrim zamanıydı ve ok yaydan çıkmıştı bir kere.
O serfler komünizm ideali sayesinde uzaya çıkacak teknoloji ve nükleer güçe ulaşan bir seviyeye ulaştılar. Tabi her başarı öyküsünün bir bedeli vardır. Bunun bedeli de 2. Dünya savaşı sırasında ya da bir türlü bitmek bilmeyen olağanüstü hal yönetimi olan proletarya diktatörlüğü aracılığı ile özgürlüklerin tırpanlanması oldu.
Üstüne devrim tüm dünyaya yayılma ilkesinden vazgeçince, sınırlandı ve ateşi söndü. Heyecan kaybolunca da Dolya Gavanski’nin “Rus devriminin kızları” filminde kadınlar üzerinden anlattığı gibi donuklaşmaya hatta muhafazakarlaşmaya başladı. Sonuç 90’ların başında da yıkıldı.
Evlilikler başlarken ne kadar güzel ve heyecan verici bir mutluluksa, boşanmalarda bir o kadar zor ve yıpratıcıdır. Mahremini bilen, seni her yönüyle tanıyan ve eşin/eşitin olarak gördüğün insan bir anda yabancı oluyor. Bir de ortada bir servet var ve bölüşüm işin içine girerse, durum fena.
SSCB yıkılınca tam da bu oldu. Zaten evlilik süresince de ideoloji perdesini kullanarak Rus egemenliği belli seviyede içerideki tüm uluslara dayatılıyordu. Boşanma olunca ve araya da mal bölüşümü girince işler iyice çirkinleşti. Uluslararası hukukta adalet değil güç belirleyicidir. Güç de Ruslardan yana. Ayrılan Baltık ülkelerinin nispeten küçük oluşları ya da Doğu bloğu ülkelerinin AB çatısına alınması vs bir şekilde gerçekleşti. Ancak Putin ile tekrar oligark kapitalizmi ile güçlü bir devlet olarak sahaya dönen Rusya hem Ortodoksluk ve Slav köken nedeniyle ve de daha da önemlisi jeopolitik kırmızı çizgileri nedeniyle özellikle Ukrayna konusunda çok net ve keskin davrandı. Kendine yakın liderleri destekledi. Hep arka bahçesi gibi davrandı. Ancak bunun (Batılılar tarafından) sürdürülebilirliğinin bittiğiniz gördüğü anda kendisi için tampon bölge oluşturmak ve stratejik güvenliği için gerekli gördüğü Kırım’ı ilhak etti.Donbass ve Lugansk’ı da tampon bölge haline getirdi.
Ukrayna bu hamle karşısında yöneldiği ve desteğini beklediği Batı’dan ciddi bir destek göremedi. Ukraynalılar ise tam bir fantom ağrısı hissetmeye başladılar. (Fantom ağrısı:Kopan bir kolun ya da bacağın varmış gibi beyin tarafından ağrısının çekilmesi.) işte bu Batı’dan umduğu desteği görememe, Rusların pervasızlığı Ukrayna sinemasının son yıllarda en önemli meselesi.
Son olarak İstanbul FF’de insan hakları bölümünde gösterilen Daria Onyshchenko’nun “Unutulan” filmi yine aynı festivalde uluslarası en iyi film ödülü alan “Atlantis” filmi, geçen yıl gördüğüm Roman Bondarchuk’un “Yanardağ” filmi, Loznitsa’nın “Donbass” filmi, Askold Kurov’un 2017 yapımı “Dava: Rusya Devleti Oleg Sentsov'a Karşı” belgeseli de bu kapsam da yer alan filmler.
Loznitsa Boğaziçi FF kapsamında İstanbul’a geldiğinde filmin ardından yapılan söyleşi de filmin tek taraflı ve biraz da milliyetçi bir bakışı olduğunu söylediğimde, O’nun ama gerçek bu sözünü unutmuyorum. Ya da Malatya FF’de Bondarchuk’a komünizmi özlüyor musunuz? ( Milliyetçilik yoktu daha huzurluydunuz anlamında) deyince Asla dediğini de unutamıyorum. Tüm bunlar ve Ukraynalıların (abartarak Rus yazarları yasaklama ya da eski heykelleri yıkma girişimlerini düşününce her ne kadar Rus egemenliğine yanlış tepkiler verseler de) kafalarının net olduğunu ve Polonya gibi Batılı olmak istediklerini görebiliyorum.
İşte tam bu noktada Trumpizm tarzı bir yönetime sahip olan AB etkisi ile ekonomik olarak gelişen Polonya’dan gelen usta yönetmen Andrzej Zulawski’nin oğlu Xavery’nin yaptığı “Kuş dili” filminde Ukraynalıların öykündüğü Polonya’nın da mevcut halinin pek matah bir şey olmadığını anlatır. Tolstoy’un sözü ile durumu anlatır “yaptığımız en büyük hata güzellikle iyiliği birbirine karıştırmaktır.” Evet Polonya kapitalist anlamda güzelleşti ancak iyi mi oldu? Bence ne Polonya ne de dünya üzerindeki başka bir ülke için bu geçerli değil. Kapitalizmin versiyonlarının tek seçenek olarak dayatıldığı dünyada daha adil ve insancıl bir yönelim şart!