16.01.2022
İnsan bazen seyrettiğine değil neden seyrettiğine odaklanıyor. Bir tür terapi gibi. Dıştan gelenin içteki karşılığını bulma çabası. Seyretme listemde yeni çıkan pek çok film var. Klasiklerin sonu gelmez zaten. Durum böyleyken neden “Virgin River” ya da “After Life” gibi dizileri seyrediyorum. Birinde eşi ölen bir hemşire her şeyi geride bırakıp yeni bir hayat kurmak amacıyla bir metropolden ıssız bir kasabaya taşınıyor. Burada yeni aşk, yeni düzen kurma çabalarını anlatıyor. Diğeri ise yine eşi ölen biri sakin bir kasabada eşinin ölümün getirdiği sarsıntıyı aşmaya yeni bir hayat kurmaya çabalıyor.
Bu iki dizi neden bana kendilerini seyrettirebiliyorlar? Aman aman bir şey yok aslında. Aşırı sıradan basit insan öyküleri. Elbette sıradan olanın, sadeliğin anlatıya kattığı büyük bir güç var ancak beni bu dizilere çeken esas yön yaşadığımız toplumsal hayat. Düşünsenize bu iki dizide özünde ıssız bir kasabada geçiyor. Karmaşadan uzak, basit ancak kendilerine ait bir yaşamları olan insanları anlatıyor. Her iki dizi de günümüz dünyasında geçiyor ancak sanki yaşam 70’lerin insanları gibi. İnternet ve teknik imkanlar gerçekten gündelik işleri hızlandırsın diye var. Teknolojiyi insan kullanıyor, teknoloji hala bir araç bu dizilerde. İnsan hala hayatın merkezinde! İnsanların kendi gerçek basit gündemleri var. Kendilerine dayatılan bir gündemleri yok, dediğim gibi yaşamın başrolünde bu dizilerde hala insan var.
Bu dizilerde hiçbir zaman devlet başkanlarının yüzüne maruz kalmıyorsunuz ya da başka bir politikacının! Bir de kendimi düşünüyorum. Yılın birkaç günü nadiren Başkana televizyonda rastlamıyorum, o akşamlar otururken ayaklarımı farkında olmadan sallıyorum, sinirli oluyorum, hayatta bir şeyler eksik ancak ne diye saatlerce huzursuzluk içinde kıvranıyorum. Çok sonraları bunun nedeninin “Günlük Başkan dozunu almamak” olduğunu anladım. Şimdilerde bu nadir günlere karşı hazırlıklıyım. Eğer televizyonda ya da yürürken bilboardlarda Başkan’a rastlamazsam hemen açıyorum YouTube’u. Başkanın bir açılışta çocuğun kafasına mikrofon ile vurduğu anı, Mavi Marmara olayından yıllar sonra “Bana mı sordunuz giderken” dediği videoyu ya da karanlık odakların bir siyasetçiye ait sex kasetleri sonrası “Ne özeli bunlar genel genel” dediği videoyu izliyorum. Hala yetmezse Fetullahçılar için dediği ‘Ne istediler de vermedik’ videosunu izliyorum. Hala semptomlarım geçmiyorsa açıyorum ilk dönem videolarını “Kelle” dediği kaydı ya da “Ananı da al git” videosunu seyrediyorum. Allah’ıma şükürler olsun bu güne kadar bu tedavinin yetersiz kaldığı bir atak geçirmedim!
Bu tedavi yöntemini de bu dizileri seyrederken farkettim. Yahu adamlar ya Jack’in barına gidiyor her akşam ya da kanepesinde bir şeyler içiyorlar. Biz her akşam bunu yapsak aylık gelirimizin yarısını bırakırız herhalde. Hoş paramız olsa sa Anadolu’da ancak kuytu, izbe yerlerde içebiliriz, sosyalleşelim derken insanlıktan uzaklaşırız ya neyse. Diğer taraftan bunu her gün yapmak isteyen insanlarımızı da televizyondan haberlerini görüyoruz. Paraya dayanamadığı için hepsi Breaking Bad’in Walter White’ı misali kimyacı oldular. Ama bunlar Mr. White gibi üniversitesini okumadıkları için doz ayarını tam yapamıyorlar, sonuç ortada maalesef yüzlerce insanımız bu şekilde öldü. Bu iki dizideki sade yaşamı istemek bizim için ne kadar zor görüyorsunuz! Bizler aksiyon bağımlısı olmuşuz. Hitchcock’un bir sözü var. “Ben bir tür yönetmeniyim. Sindirella'yı film yapsam, insanlar at arabasında ceset ararlar.” Hitchcock, gerilim filmleri yapmakla lanetlenmişti ama bizi görse emin olun bir parça utanırdı bu sözünden. Basit bir alkol alma olayı bile bir anda kriminal, ölümle sonuçlanan bir gerilime dönüşüyor!
Diğer taraftan bu iki dizide de sevdiklerinin kaybı sonrası hayatı sorgulama ve bir yas süreci var. Bizi düşünüyorum. Adamın çocuğu Antalya’da ne idüğü belirsiz bir sözde öğrenci yurdunda kafası kesilerek öldürülüyor. Bir başkası yine bu ne idüğü belirsiz yerlerde dayanamayıp intihar ediyor! Bu dizilerde Melinda ya da Tony’nin yaslarını seyrediyoruz. Bizde bu aileler yas bile tutamıyorlar. Basının önüne çıkarılıyorlar ve ne idüğü belirsizlerin suçu yok diye beyanatta bulunduruluyorlar!
Görüyorsunuz işte gerçeğimiz o kadar acı ki çaresizlik bizi insanlığın en temel, basit olaylarına bile uzaklaştırıyor. Virgin River’ın çekildiği Kanada’nın Vancouver’inden kat be kat güzel kasabalarımız var. Ancak bu yaşamlar bize o kadar uzak ki!
Ben küçükken doğduğum köydeki insanlar aklıma geliyor. En büyük hayalleri tarlalarının başındayken yan tarlaya bakar ve onu ele geçirme hayalleri kurarlardı. Ben o köyden çıktım, İstanbul’a geldim okudum bir şeyler olmaya çalıştım. Ancak şimdilerde bakıyorum, köyümdeki yan tarlayı ele geçirme hayalleri kuran o köylüler şehirleri hatta ülkeyi ele geçirmişler. Tek hayalleri var, varolana bir kanser hücresi gibi yayılmak! Yeni bir şeyler katmayı, geliştirmeyi bilmiyorlar. Tek bildikleri yayılmak, ele geçirmek. Ele geçirdikleri yerleri de idare edemiyorlar. Çünkü bir birikimleri yok. Tek bildikleri ele geçirmek!
Yine ayaklarımı sallamaya başladım. Saat kaç olmuş hala hayatımızın olmazsa olmazı ekranda yok. Ben önleyici bir doz Başkan videosu izleyeyim en iyisi. Bu kez kendimi şımartayım, güvercini şemsiye ile dürttüğü videoyu izleyeyim. Bizim de hayatımıza renk katma tarzımız bu!