15.10.2024
Sanatın güzelliği; varolan sorunların entelektüel ve de duyarlılığı olan insanlar tarafından özgür bir bakış açısı ile ele alınması olsa gerek. Bunu başarabilmek için de insanın kendisini bilmesi ve aşması, en azından bunun için çaba harcaması gerekir. Elbette herkesin emeğine saygımız var ancak maalesef ülkemizde bu vizyonda bir bakış açısı yok denecek kadar az. Sanatçı bir şeyleri dert edinen ve olan sorunun arka planını göstererek öncü olan insandır. 12 Eylül ve sonrasında Sovyet parantezinin kapanması ile hem olan potansiyelini yitiren, regrese olan hem de yeni dünya düzenini anlamaktan aciz bir entelektüel gerçeğimiz var. Entelektüel diye ortaya çıkanların çok büyük çoğunluğu işin kolaycılığına kaçarak sloganlara sığınmaktan öte bir şey yapmıyorlar. Bu sadece iktidar trolü haline gelenlerde değil, muhalif denenlerde de aynı maalesef. Oysa ülkenin durumu eski dönemlere göre çok daha zorlu şartlar altında!
Adana FF’de Türkçe konuşulan ancak ülkemiz gerçekleri ile alakası ya da derinliği olmayan filmleri seyretmek yerine ‘Polonya, şimdi’ seçkisinden daha önce seyretmediğim 3 film seyrettim. Lehçe konuşuluyordu filmlerde ancak ülkemiz gerçeğine daha yakın ya da insana dair ortak duygulara yönelik filmlerdi. Grezegors Debowski’nin ‘Değersiz Bir Hayat’ filmi bunlardan biriydi. Film Polonya kırsalındaki çiftçilerin yaşadıkları zorlukları, bir cinayet şüphesi ile harmanlayarak anlatıyor. Polonya gibi bir Doğu Bloğundan çıkıp kapitalistleşme süreci yaşayan bir ülkenin gerçekliğine bağlı kalarak, yaşananların farklı yönlerini de seyirciye sunacak şekilde aktarıyor. Ortadan kaybolan çiftçiye ‘dayanışma’ için yardım toplamaya çalışan ana karakter, kilisenin rahibinden ayin sonrası çağrı yapmasını ister. O ise ‘kiliseye hiç gelmezdi ama bakarız’ diyerek geçiştirir. Bu sahne bu tarz geçiş toplumlarında dini temsil ettiğini düşünen insanların hala bir otoritesi olduğuna inandıklarını ve Ortaçağ misali bir güce sahip oldukları yanılsaması ile yaşadıklarını gösteriyor. Hemen ardından da bölgenin milletvekili gelir ve rahip konuşmayı keserek onun yanına gider, ondan bir şeyler ister. Bu da bizde de sıkça gördüğümüz gibi din alanını bir meslek ve geçim kaynağı olarak görüldüğünde suistimale çok açık.
Filmin esas meselesi ise günümüzde dayanışmanın, örgütlenmenin ne kadar zor olduğu gerçeğini göstermesi. Bölge milletvekili çiftçilerden oy alarak meclise girmiştir ancak çiftçilerin aleyhine olacak bir tasarıyı destekler. Bunun üzerine de çiftçiler eylem yaparlar. Sonrasında gücün karşısında zayıf ve bilinçsizce bir araya gelen bu eylemcilerin nasıl otorite tarafından ayartıldığını görürüz. Cinayet değil, intihar olduğu ortaya çıkan durumda ise ölen çiftçinin, borçları nedeniyle yangını kendisinin çıkardığı ortaya çıkar. İnsanlar çaresizliğe itilirse, yalnızlaşır. Yalnızlaşan insanda birlik ve mücadele duygusu kaybolur. Bu da pek derin düşünmeden, anı kurtaracak çözümlere iter insanı. Olmayacak, gerçek dışı umutlara inanmaya yatkın olur. Bu denemelerde başarısız olunca da umut ışığı tamamen kaybolur ve filmdeki gibi yok olma ile sonuçlanır. İntihar eden çiftçi; sıkışık, dağınık, stresli bir halde sigorta şirketinden para koparmayı düşünecek bir acziyet halindeyken, şirket stabil, rahat, sistem ondan yanayken bu hamleyi görmemesi mümkün müdür? Süreçler her zaman kötü şartlarda olanlar için bir cezadır. Uzadıkça süreç zaten kötü durumda olanın durumu daha da kötüleşir. Bir bataklıkta debelenmek gibidir!
Eylemcilerin hepsi güç tarafından devşirilir. İntihar eden çiftçinin eşi bile milletvekilinin evinde hizmetçi olarak çalışmayı kabul eder. Eşinin ölümüne neden olana muhtaç eden bir vahşi, acımasız sistem!
Finalde direnmeye tek başına devam eden ana karakter ile milletvekilinin yüzleştiği sahnede vekilin ‘Senin gördüklerini ben de görüyorum ancak kazanma şansımız yok! Zaten bu kararları biz de almıyoruz. Küresel kapitalist sistem bize dayatıyor’ sözü her şeyi açıklıyor aslında.
Sorunu ve çözümü çiftçiler de vekil de biliyor aslında. Tüm mesele mücadeleye girip, bedel ödemeyi kabul edip etmemekte. Etmeyenler filmdeki gibi günü kendi çaplarında kurtarırlar. Ülkelerinin gelecekleri pahasına!
Ki film Polonya’da geçer ancak bizim gerçekliğimize daha yakındır. Bizim filmlerimiz ise Türkiye’de geçer ancak bizim gerçekliğimizden çok uzaktır. Yoksulluk, şiddet kol gezerken sinemamızın derdi ‘kişisel fantzmlardan’ ibaret, siyasetçimiz ise Anayasa değişikliği, artan şiddeti alkole bağlamak, şans oyunlarının efendisi tüpçüden alınan vergiyi azaltıp, kredi kartı limitinden savunma sanayine katkı için zihni sinir mucitliğinde vergi icat etmek ve zeytin festivali vs’ye katılmakla meşgul.
Ne yapalım filmdeki gibi yetki sahibi olanların aptallığından değil de ülkelerine karşı umutsuzluğa kapılıp, kendi çıkarlarının peşine düşmelerini mi seyredelim? Kendilerine güç odaklarının dayattığı emirleri uygulamalarını mı seyredelim? Buna karşı çıkanları da meşrebine göre yaftalamalarını mı seyredelim?
Bu ölü toprağı serpilmiş halimizle korkarım ki zamanla ekranlarda gördüğümüz insanlarımız gibi bir gün bizi de başka bizim gibi olanlar sadece seyredecek! Sezar’ın sözü ile bitirelim ‘Korkaklar bin kez cesurlar bir kez ölür.’