20.11.2023
İzole olma isteği bir yerde de kaçışın göstergesi değil midir? Bir boks maçını düşünün örneğin, güçlü bir rakip karşısında fena halde dayak yemektesiniz ve köşeye sığınmaktan başka çarede kalmamış. Ringin o görece genişliğinden, dar bir köşeye sıkışmak… İşte bu hafta konuğumuz olan ve son Cannes Film Festivali’nde en iyi film ödülü olan Altın Palmiye’yi alan Justine Triet’in ‘’Bir düşüşün anatomisi’’ tam da bu ruh haline sahip bir aile dramını anlatmakta.
Her evlilik gibi olabildiğince özgür ve geniş mutluluk umudunun yaşanan sorunlar ve bunlara karşı çiftler arasında doğru iletişimin olmaması sonucu durumun hapishane misali bir tutsaklığa ve mutsuzluğa dönüşümünün filmi. Hitchcockvari bir film denmesine de katılırım çünkü filmin ilk sahnesinde kocanın evin ikinci katından düşerek ölmesi ve sonrasında film boyunca süren ve eşinin cinayetle suçlandığı mahkeme sahneleri ile sürekli bir gerilim halinde film devam ediyor. Eş: Katil mi? Yoksa olay intihar mı? Bilinmezliği ile sağlanan gerilim tüm filme yansımakta. Geriye dönük parça parça sunulan ayrıntılar ile sadece bir düşüşün değil aynı zamanda da bir evliliğin anatomisi ortaya konmakta.
Klasik bir söz vardır, ataerkil topluma düzeninin ruhundan üflenmiş olan ‘’Her başarılı erkeğin arkasında güçlü bir kadın vardır.’’ Bu söz aslında kadını över gibi görünse de kadının sınırlarını çizen ve erkeğin gölgesinde kalması şartı ile değerli olabileceğini ve saygıyı ancak o zaman hak edeceğini ifade eden de bir söz. Modern dünyadayız ve cinsiyet rolleri değişmekte. En basitinden Margaret Atwood’un ‘’Handmaid’s Tale’’ eserinden uyarlanan dizi şimdilerde yükselen yeni feminizm dalgası ile daha fazla değer görmekte ve kadını erkeğin kaburga kemiğinden var edilen bir varlık olmasından öte ‘’eşit’’ olarak var olması gerektiğini vurgulamakta. Bunun için de bin yıllardır süren ve erkek egemen algı ile yorumlanan Hristiyan algısının kökleri ile çatışmakta. Bu öyle sanmayın ki sadece Batı’da var. Daha önce bu köşeye konuk ettiğimiz ‘’Hem feminist hem Müslüman’’ belgeseli gibi örnekler bizde de mevcut.
Bu filmin ödül almasına etken olan en önemli şey ne? Bence feminizm lobisine yaslanmadan özgün ve içeriği, savlarının arkası doldurulmuş, insani bir bakış açısı ile tutarlı bir film oluşundan kaynaklanıyor. Her ne kadar yapay zeka elinden çıkmış misali eksiksiz bir senaryo matematiği hissi verse de özellikle çocuk karakter ve onun yaşadığı acı üzerinden insani olarak da sizi çeken başarılı bir film olmuş. Diğer taraftan insanlar arası evlilik gibi bir ilişkinin bir imza sonucunda artık devletin de taraf olduğu bir sözleşme haline dönüşmesi ve hukukun alanına girmesini de göstermesi güzeldi. Elbette biz de hukuki metinlerimizin çoğunun tercüme olarak Avrupa ülkelerinin hukuklarından alıntılanması sonucu ‘şekil’ olarak da olsa benzerliğimizi de filmde görmekteyiz. Örneğin dava sürecinde savcının devleti temsilen yargıç ile aynı seviyede bulunması, avukatın ise aşağıda oturması buna örnekti.
Film boyunca, severek evlenen bir çiftin çocuklarının başına gelen bir olayın yarattığı travmayı doğru iletişimle çözememesi ve aşılabilecek bir sorunun zamanında müdahale edilmemesi ile devasa bir hale dönüşmesi filmin özünü oluşturmakta. Hayat da böyle değil midir? Yaptığımız ya da yapmamız gerektiği halde eylemsiz kaldığımız durumların bir sonucundan ibaret aslında hayat. Çok sık verdiğim bir örnek var. Hayat plastik mermilerle yapılan bir tatbikat değil, gerçek mermilerle yaşanan bir savaştır. Ülkemiz açısından bakacak olursak muhalif düşüncelerin siyaset arenasındaki baskın gruplarının son yıllardaki en büyük mottosu ‘Aman iktidara malzeme vermeyelim’ bunun sonucunda da hep sorunların ötelenmesine neden oldular. Bu gruplar, filmdeki çift misali bir yerden sonra öyle bir noktaya geldi ki artık katlanılamaz bir duruma düştüler. Muhalif olmak demek iktidarın varlığı ile var olmak demek değildir. Yeni bir fikir ve heyecanla iktidar olma isteği anlamına gelmeli muhaliflik. Diğer türlüsü iktidarın gölgesinde ve iktidarın parçası olmak hatta onu var eden bir yapı haline gelmek demektir. Bundan kendileri mutlu olabilir ancak onların temsil ettiklerini iddia ettikleri halk bırakın kaybetmeyi, umutlarını bile yitirecek bir çaresizliğe sürüklenmekte. Ki buna kimsenin hakkı yok. Sonuçta bedeli ödeyen halk çünkü. İşte seçim kaybetmenin faturası Anayasa Mahkeme’sinin kaldırılması gibi ağır bedellere yol açma riski taşımakta. Ki iktidar bunun belli ki planını yapmış kamuoyunu hazırlama ile işe başlamış görünmekte.
Filmdeki çocuğa anne-baba arasındaki tartışmaları duymaması ve acı çekmemesi için yargıcın son davaya almamak istemesi karşısında çocuğun ‘Zaten acı çektim, gerçeği bilmek istiyorum, sonrasında bu travmayı atlatabilmek adına’ demesi misali halkımızın da artık yalanlarla değil gerçek ile yüzleşmesi gerekir. Aksi taktirde onu temsil edenlerin keyfiyetine iradelerini teslim edip, hesap sormazlarsa belli ki halkımızın da ülkemizin de sonu karanlık!