18.09.2023
Bazı filmler vardır arka plan olarak kullandığı konular çok nadir insanın ilgilendiği, bildiği şeylerdir ancak bu sizi yorsa da esas anlatmak istediği insani olan meseleyi güçlendiren bir etki yapar. Bu açıdan en güzel örneklerden biri ‘’Olağan Şüpheliler’’ filmidir. Mafya hesaplaşmasını anlatır ve pek çok karakter vardır, kafanız karışır hatta kaybolursunuz filmde. Son7-8 dakikada ise film sizi yormuş olmanın etkisini öyle güçlü bir finalle avantaja çevirir ki ‘vay be ne filmmiş’ dersiniz.
Ayvalık FF’de gördüğüm Tràn Anh Hùng’ın ‘’Şeflerin Aşkı’’ filmi için aynı şeyi söylemek pek mümkün değil. Sizlerin büyük çoğunluğu gibi ben de yemek kültürü pek gelişmiş biri değilim. Attila İlhan’ın “Hangi sağ’’ kitabında ilk olarak Osmanlı Mutfağının ne kadar detaylı ve çeşit içeren bir kültür olduğundan haberim olsa da maalesef günlük rutinde bana ve pek çoğumuza uzak bir miras bu kültür. Bizler günlük rutinden başımızı kaldırıp da yaşamaya fırsat bulamayan çoğunluğuz! Eski bir reklamın sloganı misali bizim yemek ile ilişkimiz “Yemek için yaşarlar köpek balıkları, yaşamak için yerler insanlar’’ gibi bir şey. Bizler maalesef köpek balıklarına dönüşmüş insanlarız. Ancak işte kapitalist dünya içinde yemeğe ve o yemeğin nasıl yapıldığına dair çok kısıtlı bilgiler olan, tek amacın yapılan yemekle kazanılacak paranın olduğu yemek programları yapıp bizlere seyrettirebiliyor. Zaten bu değil midir sistemin en büyük illüzyonu? Alakamız olmayan konularla gerçek gündemimizden bizleri uzaklaştırmak. Bu arada yanlış anlaşılmasın elbette güçlü bir mutfağı olan kültürün çocuklarıyız ve bu çok değerli bir şey ancak gerçeğimizi görmemize engel olacaksa bu bile anlamsız bir bilgi sayılmaz mı?
İşte bu gerçeklikle filmi seyrettim. Bana çok uzak ince planlanmış yemek hazırlama detayları bazıları için mutlaka çok şey ifade ediyordur ancak bana o kadar uzaktı ki sıkıldım bu sahnelerde. Örneğin gurmelerin bir yemeği yerken başlarını bir örtü ile kapatıp yemeği denedikleri sahneyi anlayamadım. Filmi beraber seyrettiğimiz arkadaş yemeğin kokusu karışmasın, tadını tam anlayabilsinler diye öyle yapıyorlar dedi. Aklıma Yalçın Küçük Hoca’nın Kemal Tahir ile alay ettiği o mesele geldi. Kemal Tahir’e Moskova ziyaretinde soruyorlar ‘Çin modelini nasıl buluyorsunuz?’ diye. O da ‘Çin nedir? Neresidir? Yahu siz bana Türkiye’yi sormuyorsunuz da. Ne diye Mao’yu soruyorsunuz? Ne ilgim var benim Mao ile? Türkiye’yi öğrenemedik biz nereden Mao’yu öğreneceğiz?’ der. Şimdi düşününce ben de Kemal Tahir ile aynı ruh halindeyim. Türkiye’nin meselelerine öncelik verilmeli çünkü dünyada başka kimsenin önem vereceği yok doğal olarak ülkemize!
Başka sinema diye sanat filmlerine öncelik veren bir organizasyon var. Ben de müteşekkirim, güzel bir iş yapıyorlar. Ancak Bülent Öztürk’ün ‘Mavi sessizlik’ ya da Ali Kemal Çınar’ın adına Kürt meselesi ya da Güneydoğu meselesi ne derseniz deyin konuları ile ilgili filmleri vizyona giremezken siz kalkıp da kısıtlı imkanları bir tiyatro olarak sahnelenen dizi uyarlaması ‘Fleabag’ için kullanırsanız haksızlık etmiş olmaz mısınız? Zaten benim önceliğim hangisi? Örneğin 7 Haziran- 1 Kasım sürecine hassas bir şekilde bölgede yaşayan insanların hayatlarına yaptığı etkiyi anlatan “Geceden önce’’ filmi mi yoksa İngiliz bir kadının seks bağımlılığı ile gerçek hayattan kaçış öyküsü mü? Keşke ilk mesele çözülse ve bizler de bir İskandinav insanı gibi garip varoluşsal kaygılarımız olsa.
“Şeflerin Aşkı” filminin finalinde arka plandan kurtulabilen esas mesele var mı? Kadının ölecek oluşu karşısında sevgilisi ve ustası olan şefe sorduğu soru var. ‘Ben senin aşçın mıyım? Sevgilin mi?’ Şefin de aşçımsın demesi ile mutlu oluşu. “Whiplash” filmi misali yapılan işi kutsayan ve insanı ikinci plana iten bir mantık bu aslında. İş bir araçtır. Geçinmek için, varlığını ifade için vs… Ancak asla bir amaç olmamalı. Ve finalde kadın öldükten sonra şefin geçici depresyonu sonrası güzel yemek yapan bir aşçı bulunca tekrar hayata dönmesi de bu kutsamanın kanıtı değil mi? Arka planda da yine kadının sözleri. ‘Ben yaz mevsimi gibiyim, sen ise her mevsim gibi.’
Size Cafer Panahi kırsallığı ile bir hikaye ile bitireyim yazıyı. Köy yeri. Sosyalleşme alanı Cuma namazları. Camide iki köylü konuşuyor. İneği olan damızlık boğası olan adama iyi ben ineğimi getireyim çiftleştirelim diyor. Anlaşıyorlar bir gün için. Adam 5 km uzağa güneşin altında ineğini götürüyor. Ancak evin önü kalabalık. Anlaştığı adam çıkıyor. Abi diyor kusura bakma babam öldü. Sonraki bir zaman hallederiz bu işi. Diğer adam güneşin başına geçmiş olmasının da etkisi ile abi ya beş dakika ne olacak ki diyor?
Bu hikaye misali insani olan asla menfaatlerin önüne geçmemeli. Lafargue boşa yazmamış ‘Tembellik hakkını!’ İlla bir kutsal varsa o da insan olmalı.