28.05.2024
9 saniyede 200 bin insanın öldüğü, 80 bin insanın yaralandığı atom bombası felaketi yaşamış bir şehir Hiroşima. Bu felakette tüm ailesini kaybeden bir adam ve bu felaketi konu alan bir film için Hiroşima’ya gelen bir kadının aşkını anlatan ‘Hiroşima Sevgilim’ bu haftaki filmimiz.
Bir filmi bütünü ile anlatmaya çalışmak aslında o filme saygısızlık hele ki bu tür şiirsel bir filmse söz konusu olan! 65 yıl önce Alain Resnais’in yönetmenliğini yaptığı, Marguerite Duras’ın senaryosunu yazdığı bu film ikilinin mükemmel uyumunun da bir örneği niteliğinde.
İnsanlık tarihinin en kanlı ve vahşi savaşının üzerinden sadece 14 yıl geçmişken, savaşı anlatmak zor iş. İkili bunu iki sevgilinin o kısa dönemdeki aşkları üzerinden anlatmaya çalışmış. Savaşın insana olan etkisini geçmişi anlatarak gösterirken, savaşın kötülüğünü de seyirciye bu yönüyle aktarabilmişler. Böyle yaparak savaşın sıcaklığı içinde, tarafların gerekçelerini kendilerince dışlayarak savaş karşıtı bir konumda durmayı başarmışlar. Geçmişe dönük karakterlerin hatırlamaları ile de savaşın yaşandığı an ve bir sonuç olmadığını sadece aynı zamanda da savaş sonrası insana ve topluma kalıcı travmalar bıraktığını, savaşın sonrasında da bir süreç olarak insanlar için devam ettiğini anlatır film.
Filmde atom bombasını protesto edenlerin ‘Dünyada o anda bile 40 bin atom bombası yapılmış olduğunu, bunun insanın bilimsel gelişiminin zekasının kanıtı olduğunu ancak bilimi ve en üst kararları alma noktasındaki siyasal zekasının bu gelişimin yüzde biri olmadığını’ anlatan afişler taşırlar. Burada (ki günümüz demokrasisinin, o dönemdeki topluma göre bile daha kötüye gidiş var) toplumun tamamını kapsayan bir örgütlü yönetimin olmadığını kanıtlar. Günümüzde demokrasi kavramı toplumu doğrudan ilgilendiren: Ekonomi, bilim gibi yön verici konulardan uzaktır. Bu noktada halkın faydası için olan talepleri göz ardı edilmektedir. Halk sadece bedel ödeme noktasında ciddiye alınmaktadır. Oysa iletişim imkanları çok çok daha ileri seviyededir. Ve bu neredeyse doğrudan demokrasi imkanları bile sunmaktadır. Ancak iletişim imkanları daha çok insanları oyalamak için yönlendirilmekte. Hatta insanların örgütlenmesini sağlamak yerine, kendi içlerine kapanmasını, kendileri için elzem olan ve sistemi zorlayacak konularla uğraşmayacak şekilde ‘birey olduğunu sanan sahte bireyler’ yaratılmakta.
Filmi uzun yıllar sonra tekrar izlediğimde, bana ilginç gelen bir başka nokta da; Filmin ilk sahnesinde çok büyük bir felaketi toplumca yaşamış olan adamın, kadının sizi anlıyorum sözlerine karşın, sürekli ‘sen hiçbir şey görmedin’ diyerek bir çeşit acısını kutsama hali vardı. Ancak, Duras bir kadın olarak, çok duyarlı bir iddia ortaya atar. Kadın karakterin geçmişinin gizi açıklanmaya başladıkça, Fransız genç bir kadınken, işgalci bir Alman askerine aşık olduğunu ve adamın gözü önünde öldüğünü, sonrasında da hem ailesinin hem de kendisinin toplumca dışlandığını ayrıca ailesinin de kendisini sorumlu tutarak durumdan dışladığını anlatır. Burada bir çeşit felaketler karşısında eşitlenen bir toplumun ferdinin bu felaketi atlatması mı zor, yoksa bireysel olarak yaşanan bir felaketin yansımasını atlatmak mı? Bu sorunun cevabı filmde net olarak gösterilmekte ve bireysel olanın atlatılmasının daha zor olduğunu anlatmakta film.
Kendi ülkemize baktığımızda asla kabul edilemeyecek travmalar yaşadığımız su götürmez bir gerçek. Mutlu bir azınlık hariç toplumun çok büyük kesimi: Ekonomi, eğitim, hukuk başta olmak üzere pek çok alanda travma yaşamakta. İnsanların kötüde eşitlenmesinin travmasının sonucu olarak, hakları için mücadele etmeyi önemsemeyecek bir savrulmaya neden olduğunu düşünüyorum. Galiba günümüz demokrasi anlayışı ‘çoğunluğun söylediğinin karar almada etkin olması’ değil, ‘çoğunluğun kötüde eşitlenmesi’ halini alıyor. Bu da demokrasinin tanımında sadece tek doğrunun kaldığını, onun da ‘çoğunluk’ kelimesi olduğunu ve bir anlamda artık demokrasi ‘çoğunluğun sömrü düzenine razı edilmesi’ anlamına geldiği açık!
Antik-Yunan tapınaklarından beridir var olan ‘kendini bil’ sözünün özü olan birey kavramı her geçen gün daha da zorlaşmakta. Birey olamayanlardan oluşan toplumlarda, örgütlenmenin olmayacağı ve örgütlenmenin olmadığı yerde de demokrasinin özünden uzaklaşıp, insanların faydasından çok zararına yol açacağı kesin.
Filmde, kadın karakterin travmasını anlattığı sırada, travmanın etkisine kendini bırakarak, yıllardır kaçış haline bir tür hipnoz misali girmesi karşısında, adamın ona tokat atması etkileyici bir sahneydi. Çünkü travmalar anlaşılınca ve paylaşılıp, aşk gibi dönüştürücü, yalnızlık hissini yok edici bir güçle aşılabilir.
Bizim toplumumuzda ise yalnızlığı giderecek bir örgütsel yapı yok. Toplumundan kaynaklanan ve gerçekten onu seven bir yapı da yok. Hal böyle olunca tarikatlar, feodal hemşericilik dernekleri, sosyal medya gibi benliği yok eden onları gerçekten sevmeyen yapılara bağlanmakta. Bu da kötüde sabitlenmemize, kederimize kader diyerek sarılmaya neden olmakta.
Oysa bu toplum ne badireler aşarak varoldu. İnsan üzülüyor! Yine de bu toplumun geçmişini düşününce, neler başardığını hatırladıkça, imkansızları başaran bu topluma karşı her zaman umut var oluyor.