24.04.2022
Attila İlhan’ın şairliği kadar bilinmese de roman yazarlığı yönü vardır. Şahsen başarılı da bulurum romanlarını. İşin ilginci romanlarında eşcinsel karakterleri de işler İlhan. Bir yazısında toplumca daha kolay kabul edilebilmesi için kadın eşcinselliğine daha çok yer verdiğini belirtmişti. Bir başka söyleşisinde (ya da yazısında hatırlamıyorum) şiirlerini okunan ezan makamlarına uyumlu olmasına özen gösterdiğini çünkü bu şekilde yaparsa toplumun daha rahat kabul edeceğini belirtmişti. Ne de olsa bin küsur yıldır toplumsal hafızada alışkanlık yaratmış bir ses uyumundan bahsediyoruz. Bu iki yöntem hakkında düşününce eskilerin en azından bir kısmının gerçekten toplumcu bir düşüncede olduğunu görebiliyoruz. İki yöntemde de “halka ulaşma” çabası var. Halka rağmen değil halk ile birlikte bir şeyler yapmak ve halkı ikna etmek hatta yönlendirme çabası var. Kendi fikirlerini halka kabul ettirme yönü de var. Dayatma değil kabul ettirme çabası için uğraş var.
Temel kuraldır. Ezenlerin hafızası vardır, ezilenlerin ise devamlılığı olmadığından ya yoktur ya da zayıftır. Bu da en basitinden emperyalist devletlerin yenilgilerinden ders çıkarmasını, sömürülenlerin ise her seferinde sil baştan başlamaları gibi bir duruma yol açıyor. Bir tür “50 İlk Öpücük” filmi misali her gün yeniden hatırlatmayı gerektiren bir sevgi söz konusudur. Hatta ilginçtir şimdilerde eşcinsellikle ilgili herhangi bir film çekilince ilk kez çekiliyor gibi bir hava yaratılmakta. Bu yaklaşım hafızasızlıkla ancak açıklanabilir bir durum olsa gerek!
Diğer taraftan ezilenlerin, zayıfların; kırılgan, alıngan bir yapısı da mevcuttur. Almanların soykırım özeleştirisi yaptıkları filmlere alışığız. Ancak, Romenlerin bu konuda cesurca özeleştiri yaptıkları filmler görmek de ilginç. Örneğin Radu Jude’un “Tarihe Barbar Olarak Geçsek Ne Olur Sanki” filminde 2. Dünya Savaşı sırasında Almanlardan sonra en fazla Yahudi soykırımından sorumlu ülkenin Romenler olduğu iddiasını anlatıyordu. Jude, bu başyapıtında anlatım açıdan da başarılı bir yöntem kullanmış ve o olayların anlatıldığı bir gösteriyi halka açık bir şekilde filmde tekrar yapar. Halkın bir kısmı gösteride bile hala o Yahudilerin öldürülmesini alkışlar! Sinema yoluyla toplumsal hataları teşhis etmek ve tedavi etmeye çalışmak bu olsa gerek.
Yine Jude son filmi “Kaçık Porno”da kadın öğretmenin sevgilisi ile olan özel görüntülerinin bir şekilde internete düşmesi ile yaşadığı toplumsal baskıyı anlatır. Ki kadın olmanın ne kadar zor bir şey olduğunu cinsellik gibi iki taraflı bir eylemde bile tüm faturanın kadına nasıl yıkıldığını ve özel hayat kavramının kadın açısından nasıl toplumca istismar edildiğini gösterir. Kadın olmak toplum tarafından neredeyse 24 saatinin gözetim altında olması demek anlamına gelen distopik bir evreni anlatıyor. Üstelik bu evren ekrandan distopik gibi görünse de kadın için maalesef gerçek ve sıradan!
“Eşanlamlılar” filmi ile tanıdığımız İsrailli yönetmen Nadav Lapid ise “Ahed’in Dizi” adlı son filminde mevcut İsrail siyasi yönetimlerinin nasıl sağ popülist bir çiğlik çukurunda olduğunu sert bir şekilde anlatıyor. Dünyanın en üstün milleti oldukları, kendileri dışındaki toplumları nasıl aşağı gördüklerini, diğerlerinin güneş etrafında dolaşan gezegenler misali İsrail’in etrafında döndükleri üstten bakışı ile gördüklerini anlatır. Filistinlilere karşı yapılan insanlık dışı davranışları bu kibirden kaynaklandığını ve ne kadar saçma olduğunu tarafsız bir yerden bakarak eleştirir. Filmin ana karakteri olan yönetmenin filminin gösterimi için gittiği kasabada gördüğü çölün ortasında pek çok insanın ve hayvanın ölümüne neden olan bir sel ile oluşmuş bir gölet misali bir “mucize” metaforu ile açıklar İsrail’i. İktidarın belirlediği sınırlar içinde düşünen, üreten entelektüellere ancak yaşama hakkı tanındığı bir otoriter ülke olarak bahseder İsrail’den. Yerli milli, güçlü İsrail masalları hariç hiçbir şeyin anlatılmasına izin verilmeyen bir distopya. Ancak, Jude’un Romanya’sı misali gerçek ve yaşanan bir distopya.
Aslında, Attila İlhan şiirini değiştirerek söylersek muhalefette vatana dahil! Hatta vatanın özü Sokrates’in ifadesi ile dersek bu toplumu eleştirileri ile hareketlendiren ve bedel ödeme pahasına bunu yapan “at sinekleridir.”
Kim vatansever? Lapid’in filmindeki yönetmen misali iktidar tarafından maddi olarak desteklenmeyen hatta fişlenen ancak vatanı için doğru olduğuna inandığını söyleyenler mi? Yoksa işim yürüsün diye iktidarın çizdiği sınırlara boyun eğen ve sarayın iftar sofrasından eksik olmayan hurmalar mı?
İşin ilginci özgüven eksikliği ve kırılganlığın etkisi ile Lapid benzeri bir film çekilse ülkemizde benim de önyargı ile belli seviyede savunmaya geçeceğim özeleştirisini de yapmam gerek!
Bizler de bu iyi niyetle acaba bazen farkında olmadan bu saçma popülist çiğ iktidarlara destek oluyor gibi bir algı oluşuyor mu diye düşünmeden edemiyor insan. Az gelişmiş toplum entelektüeli olmak da zor!
Bu konuyu Emir Kustrica örneği ile haftaya devam edelim. Çünkü derin konu!