13.11.2022
Beyazıt kampüste bir toplantı vardı. Nostalji olsun diye yürüyeyim dedim. Babıali yokuşunda Say Yayınları’na uğradım. Emektarı Zafer abi ile çay içerken “Hocam Uğur Mumcu kitapları var, 15 liraya kaçırma” dedi. Ben de aldım var olan hepsini. Say Yayınları da Haramidere’ye taşınıyormuş. Pahalılıktan. İstanbul’un tüm sembolleri gibi artık vitrinde duramıyor değerli olanlar. Üzüldüm. Artık İstanbul’un vitrini, zengin Arap şeyhlerinin ya da Balkan mafyası’nın…
Çıkışta fünikülere bindim. Aldığım kitaplardan birini rastgele aradan çekip üstadın makalelerinden birine bakayım dedim. ‘Hukuk, Devlet, Aşiret’ kitabı denk geldi. İlk yazının adı ‘Cömert.’ Hacettepe öğretim üyesi Dr. Bedrettin Cömert’in katledilmesinin sonrasında kaleme almış. Meclisteki vekillere feryat figan çağrıda bulunmuş. “N’olur, işinizi gücünüzü bırakın, toplanın Ankara'da! Ne yaparsanız yapın, şu kan gölünü kurutun.” Yazının sonunda “Cumhuriyet, 12 Temmuz 1978” yazıyordu.
Fünikülerden çıktığımda içimdeki hüzün katmerlenmişti. Canımız İstanbul’umuz elimizden gidiyor ve biz bir şey yapamıyoruz. Zamanında da üstad 12 Eylül öncesi uyarılarda bulunmuş ancak sonuç malum. Hatta daha da beteri yıllar sonra kendisi de aynı acı sonla karşılaştı.
Bu kadar derin acıları olan bir toplumuz. Bakın ‘gerçek’ acılardan bahsediyorum. Ancak sinemamıza bakıyorum sanki bu acıların yaşandığı toplumdan çıkmamışlar gibi, sahte acılar üretip garip arabesk işler yapıyorlar.
Berkun Oya’nın “Cici” filmine bakıyorsunuz. Teknik olarak eli yüzü düzgün, oyunculuklar fena değil. Filmin geçtiği yer, dil vs. de bu topraklara ait. Ancak filmin omurgasını oluşturan dram ne? Ev işlerine yardım eden öksüz çocuğa karşı ailenin oğlunun muziplik olsun diye su tutması. Bunun üzerine babanın kendi oğluna böyle şaka olmaz diyerek sert bir şekilde ıslatması. Filmin omurgası bunun üzerine kurulu.
Islatılan çocuk yıllar sonra yönetmen olur. Çocukluğunu çeker. O bile bu dramın inandırıcılığında sorun olacağını düşünerek gerçeği bozar ve su tutma olayını karlı, soğuk bir günde yapılmış gibi aktarır seyircisine. Oysa tiyatro kökenli olmasına rağmen teknik açıdan olgun bir sinema diline ulaşan Berkun Oya’nın gerçek dertlerimizi anlatmak yerine sahte dert yaratma çabası garip. Acaba Netflix mi kızar diye düşünüyor insan.
Aslında bu otosansüre de gerek yok. Bakın Amazon Prime’da Arjantinli yönetmen Santiago Mitre’nin “Argentina:1985” adlı filmi var. 1976’da ABD destekli darbe 7 yıl sürdü. Muhalif sol görüşlü pek çok insan katledildi, tecavüze uğradı, kaçırıldı, işkence gördü vs. vs… Bunlar bize de uzak öyküler değil maalesef! Bir benzeri 12 Eylül ile yaşandı bizde de. Hatta sonrasında 90 karanlığı geldi.
Santiago Mitre bizimkiler gibi korkak davranmak yerine darbe sonrası 1985 yılında kurulan ve darbecilerin yargılanmasını konu alan bu filmi yapma gereği duymuş. Filmde yaşayan efsane aktörlerden Ricardo Darin, cuntanın yargılanmasına cüret eden kahraman savcı Julio Strassera’yı canlandırmış. İlk başlarda inşallah iş bana gelmez ve dava açmak zorunda kalmam tavrı içinde. Çünkü darbeciler hala güçlüdür ve hükümetin de bir noktada onlarla pazarlık masasına oturacağından korkar Strassera. Eğer bir tiyatro oyununda kullanılacak bir malzemeye dönüşecekse bu pis tezgahta bulunmayı istemez. Tüm şüphelerine rağmen korkusu gerçek olur. O da davayı açmak zorunda kalır. Süre kıstlıdır. Ekip oluşturması gerek ancak işe uygun insanlar ya faşist cunta ile işbirliği içinde olmuştur, bir kısmı korkar, bir kısmı da sonuç alınacağına inanmadığından ekibe katılmaz. Strassera da Arjantin tarihinin en önemli davası olduğunun bile farkında olmayan hatta bir kısmı az da olsa para kazanabilecekleri için teklife evet diyen zihni cunta yönetimince kirlenmemiş gençlerden oluşan bir ekip kurar. Yardımcısı ise yargılan cuntacılarla aile bağı olan genç biri olur. Strassera ilk başta bu isme karşı çıkar ancak o samimidir ve meselenin askerlik kurumu değil Arjantin toplumunun vicdanın aklanması, birliği ve adalet olduğunu söyler.
Cuntacıların savunması basittir. Bunlar terörist, vatan hainiydiler. Bizim olaylardan haberimiz yok, bizi yargılama yetkiniz yok çünkü biz askeriz ve askeri mahkemede yargılanmalıyız (sanki askerlik görevinden yargılanıyormuşlar gibi), vatan, millet, Buones Aires söylemleri vs vs…
Sonuçta cuntanın üzerinden 2 yıl geçtikten sonra eksikte olsa cuntacılar ile bir şekilde hesaplaşılır.
Biz de ise aradan 30 küsur yıl geçtikten sonra bir yargılanma oldu. Ancak yargılamalar kamu vicdanını rahatlatma ve adalet gayesinden çok iktidarın muhalifi olanların tasfiyesi için kullanıldı. Ve ülkemizin bir gerçek sorunu daha halının altına süpürüldü. Üstelik halının altı o kadar tozla dolu ki artık evde yürüme şansımız bile kalmamış olmasına rağmen! Strassera’nın iktidarın samimiyetine güvenmeyip, bunlar beni cuntacılara yem ederler korkusu farklı bir şekilde ülkemizde gerçek oldu.
Gerçeğimiz yalanken sinemamızdan ne beklenebilir ki? Aklıma, Mahmut Fazıl Coşkun’un “Anons” filmi geliyor. Daha öncede yazmıştım. Sanırsın Avrupalı bir yönetmen Afrika’daki bir darbe hakkında parodi filmi çekmiş.
Yapay dertleri zorlama bir şekilde konu edinen sinemacılara artık yeni bir adla hitap edeceğim “İsveç solcusu.” Başka türlü aklım almıyor çünkü Romain Gray’in romanın adı gibi “Onca yoksulluk varken” bunları dert etmeyi başka türlü açıklamak zor!