23.07.2024
40 yaş üstü çoğu insanın ülkemizdeki hayata dair paylaştığı ortak tecrübe; bir belirsizlik ve kaotik yaşam olsa gerek. Dünyanın bir parçasıyız; bilim ve teknolojideki değişimler de doğal olarak değişime ve uyumlanıncaya kadar bir belirsizliğe yol açıyor. Bunların dünya siyasi, ekonomik, kültürel ve sosyolojik düzlemlerdeki yansımaları da benzer etkiler yapıyor. Bunların hepsi doğal denebilir ancak bizde fazladan bir kaos ve belirsizlik var. Bu duygulara o kadar alışkınız ki ‘normal yaşam’ kavramımız haline gelmiş. Aynı iktidar döneminde bile kaç kez eğitim gibi temel konularda sil baştan yapılanmaya gidildi. Daha önceki bir yazıda belirttiğim gibi çoğumuzun okuduğu okullar gibi binalar bile yıkıldı, değiştirildi. Bunun açıklaması; göçebe kültürden hala kopamamış olmamız denebilir. Başka bir açıklama ise; bilim, sanayi alanlarında dünya ile aramızdaki mesafenin artmasıdır. Hepsi az çok doğrudur da. Ancak bu durumun dini bir nedeni de olabilir mi? Daha doğrusu dinin yorumlanma şekliyle ilgili bir nedeni?
Geçenlerde Fransız yönetmen Robert Bresson’un ‘Rastgele Balthazar’ filmini tekrar izledim. Bresson’un sinema sanatına kendine özgü kattığı: minimalist yaklaşımı, oyuncuları sıradan insanlardan seçmesi, onları model olarak tanımlaması, oyuncuların mimik kullanmaması ya da duygusal tepkilerden uzak kalmaları gibi pek çok kendi sinema anlayışını yaratan faktör var. Teknik özellikleri elbette değerli ancak sadece bir araçtan ibaret bunlar. Bresson’un filmlerinin ve yaşamının özünü oluşturan esas güdüsü, katolik inancına olan bağlılığı olsa gerek.
Burada benim Bresson’u bu benden uzak bakış açısına rağmen sinemasını bu kadar sevmemi açıklayacak neden ne? Teknik ayrıntıları mı? Etkili elbette ancak esas gerekçe bu değil. Düşününce üzerine farkettiğim şey şu oldu; Bresson, aklın yolunu tüketiyor ve sonrasında sezgisel bir yol olabileceği üzerine seyircisini yönlendiriyor.
Bresson sineması, bu dünyada geçiyor ve bu dünyanın gerçekliği ile uyumlu. Karakterler inanç açısından da sıradan insanlar. İnancın şekilselliği neredeyse hiç yok! Filmlerinde konu edindiği insanlar ve olaylar bir inancın müridi ve o inancın gereğini yapmaya çalışan insanlar değiller. Bu haliyle de tüm insanlığın önyargısız izleyebileceği insani öyküler.
Balthazar filminde örneğin başrolde Balthazar adında bir eşek var. Bu eşeğin küçüklüğünden, ölümüne kadar yaşamı kesitlerle anlatılıyor. Sahipleri değişiyor, işkence görüyor, seviliyor vs vs… Film adını bile Balthazar’dan alıyor olsa da aslında Balthazar’ın gözlerini bir kamera gibi kullanır Bresson ve insana dair öyküsünü bu şekilde anlatır.
Filmin tanıklık ettiği esas öykü ise Marie adındaki genç kızın yaşamıdır. Kaplanoğlu’nun filminin adı misali ‘Bir Meleğin Düşüşü’ minvalinde bir öykü anlatır Bresson. Her insanın mutlak sonu olan ve pek çok iyi filmde gösterilen ölümle sonuçlanır bu düşüş.
95 dakikalık filmde, filmin akışına uymayan, filmden atılsa da çok şey kaybettirmeyecek olan ancak Bresson’un daha net derdini anlatabilme adına bir dakikalık bir kesit var. İlkinde 2 insan konuşur aralarında ve Bresson sinemasının ‘sezgisel anlatısı’ üzerine bir diyalog geçer. Sonrasında da başka 2 insan arasında şu diyalog geçer. ‘Kişi, istemeden işlediği ya da hatırlamadığı bir suçtan sorumlu tutulabilir. Çünkü sinirsel bir şok, uyuşturucu hatta içki bile sizin deyiminizle ‘bilincin’ yerini bilinçaltına bırakmasına sebep olabilir, öyle mi?
..Bilinçdışı olsa bile. Kişi kendine geldiğinde hiçbir şey hatırlamaz. Ve suçlu, suçlu olduğunu bilmez’
Bu diyalog beni derin düşüncelere itti. Katolik inancına koyu bir şekilde bağlı bir yönetmen; değil bilinçle yapılan eylemleri, bilinçdışı bile olsa eylemin sorumluluğuna vurgu yapıyor! Eylemin sorumluluğu demek irade vurgusu demektir. Zaten filmde bir yerde eşek için ‘Aziz Balthazar’ deniliyor. Bir hayvanın iradesi olmaması daha doğrusu, sahiplerinin eylemlerine maruz kalmak zorunda oluşundan dolayı sessizce kaderine boyun eğmesini bir tür ‘Azizlik’ olarak görüyor. Ancak diğer ana karakter olan Marie’nin hayatına karşı iradesini kullanmamasını, bir tür hayvandan da aşağı bir noktaya sürüklenme olarak değerlendiriyor.
Bu muazzam bir bakış açısı. Belki de bizde eksik olan şeylerden biri de bu! Bakın bizde dini film yapanların neredeyse tamamı sıradan insanlarla filmini bitirmez. İlla ki sıradanlıktan, hidayete erer insanlar ve dinin şekilsel sembolleri sıkça kullanılır!
Ancak en önemli fark; eyleme ve iradeye vurgunun bizim filmlerimizde ve bakış açımızda olmaması ya da çok zayıf kalması.
Örneğin, Kuran’da hiçbir yerde ‘niyet’ kelimesi geçmemesine rağmen kültürel anlamda devasa bir külliyat var. Eylemi, iradeyi, sorumluluk almayı arkaplana iten bir kavram olarak! Fatih Sultan Mehmet’in “İnsanlara Allah'ın soracağı soruları sormayın. Kulun kula soracağı soruları sorun.” benzeri sözü aklıma geliyor.
Bizim dini filmlerimizde de, pek çok yaşantımızda da sadece tanrının bileceği meseleleri ön plana çıkarma hali var. Oysa İslam’a göre Adem’i cennetten çıkaran şey yasak ağacın meyvesini yemekti ve insanı mutlaka cehenneme sokacak olan tek suçta şirk yani Tanrı’nın sınırına girmek!
Toplumsal olarak yapılan şey aslında sorumluluğumuzu Tanrı’ya atma çabası bir yerde. Oysa insan sorumluluk alandır!