25.06.2024
14 Mayıs 1610’da Ravaillac, Fransa kralı 4. Henry’e bir suikast düzenleyerek öldürür. Bu cinayeti nerden öğrendim? Bir anda Fransa tarihine olan merakımdan mı? Elbette hayır. Sevdiğimiz insanlar ile daha çok temas kurarız ve onların önerilerini de önemseriz. Çünkü onlar, bizleri tanırlar ve içtendirler. Onların önerileri de çoğunlukla faydalı olur. Çünkü sevdiğimiz insanlar, gerçek benliğimizin aynalarıdırlar. Değer verdiğim bir dostum, benim yürümeyi de çok sevdiğimi bildiğinden bir sesli kitap uygulaması önerdi. Uygulamada felsefi kitapların olmaması ciddi bir eksiklik ancak talep ile de ilgili bir mesele olsa gerek, yine de klasik eserlerin oluşu güzel bir durum. Victor Hugo’nun ‘Nottre Damme’ın Kamburu’ da bunlardan biri, uzun yıllar sonra ve bu kez dinleyerek bu eseri tecrübe etmek güzel bir duygu. İşte roman türünün ilklerinden ve zirvelerinden olan Victor Hugo bu eserinin girişinde bir töreni tasvir ederken, romanı yazdığı dönemde yanmış olan adalet sarayının, olayların geçtiği zamandaki durumunu ayrıntısı ile anlatıyor.
Antik-Mısır uygarlığının varlığından bugün haberdarsak bunun en büyük nedeni piramitlerin varlığıdır. İnsani anlamda varlık, var etme ile mümkün. Yokedilmiş ancak zamanında var olan bir şeyin varlığı somut olarak yok olsa da nasıl ispat edilebilir? İşte sanatın önemli rollerinden biri de bu olsa gerek, tarihe not düşmek. Romana tekrar dönecek olursak, önce olayın iç yüzünü kendince anlatır Victor Hugo. Kral öldürülmüş, katili öldürülmüş ancak suç ortakları sonraki yıllarda araştırılmaya başlayınca, insanlık tarihinin pek çok döneminde yaşanan bir paradoks karşımıza çıkar. Adalet mi yerini bulmalı, yoksa şovun devam etmesi mi aslolan? Elbette ikincisidir çoğunlukla yaşanan! Yine de bir kısım hakikatin ortaya çıkmasını isteyen insan o devirde de varmış ki işin peşini bırakmamışlar. Hal böyle olunca belki de pek çok insanlık tarihindeki iktidarın varlığını sağlayan, yalan bir mit olarak sistem davaya ait tüm dosyaların olduğu sarayda yangın çıkarmış ve olayın gerçeği değil, olayın gücü elinde bulunduran tarafından anlatısı ‘gerçek’ olmuştur. Sanatçı olan Victor Hugo ise tarihe işin iç yüzü hakkında not düşmüştür. Resmî açıklama ise ‘saraya düşen bir yıldızın çıkardığı yangın olarak’ geçmiştir. Bir de dönemin bir şairinin şiirinde geçer olay, ‘Paris’te Madam Adalet’in, fazla baharat yediği için tüm sarayı ateşe vermesi kuşkusuz hüzünlü bir tesadüftü!’ Sonuçta da Hugo, yok edilen saraya bir nevi ağıt yakarak devam eder eserine.
Bu anlattıklarım Nietzsche’nin; din adamları, felsefeciler ve bilim insanlarının hakikati bulmada sanatçılar kadar faydalı olmadığı çünkü bunların mutlaklık iddiasında olduğu ve bir tür dayatma iddiası taşıdıklarını ancak sanatın bu açıdan daha özgür ve hakikati aramada daha faydalı olduğu doğrultusundaki görüşünü hatırlatıyor bana. Sanatın özgürlüğüne de vurgu aslında bu. Çünkü iddiasız gibi görünen ancak hakikati bu sayede daha rahat açıklama ihtimalini gösterir sanatın.
Güç, somut olanı belirler. İşte romanda anlatılan saray yok olmuş, hiç var olmamış gibi. Onu hafızalarda var eden ise sanat!
Tüm bunlar son izlediğim Ayşe Polat’ın ‘Kör Nokta’ filmi sonrası zihnimde beliren düşünceler. Sanatçı bir olayı nasıl ele almalı? İstihbarat oyunlarını mı açıklamalı? İşte Sur yok edildi. Romandaki tarihi bir eserin yok edilmesi misali. Yok edenin bir mantığı yok mu? Şehir içinde bir olay olduğunda, zırhlı araçların alana girememesi iddiaya göre en önemli etken. Güvenlik açısından da sistem adına gayet mantıklı bir strateji ve sonuç denebilir. Ya kaybolan tarih, hafıza! Hasankeyf için de benzer iddialar var. Sanatçı kendini bu perspektifte bir angajmana sokmalı mı? Bana göre gereksiz ve ağır bir yük! İşte Kürt sinemasının ne kadar övülse övgülerin az kalacağı büyük yönetmeni Ali Kemal Çınar’ın bakış açısını bu açıdan çok önemsiyorum. Neredeyse Sur üzerinde dumanların yükseldiği dönemde yani sıcağı sıcağına yaptığı ‘Geceden Önce’ filminde hemen hemen her siyasi kesimin klasik siyasi entelektüel hakikat dayatması olan ‘büyük resmi görme’ iddiasında olmak yerine, sıradan insana olayların yansıması ve onların sıkışmışlığını, güçlüklerini anlatması, her zaman için iddiasız gibi görünen ancak çok daha iddialı ve sanata dair bir duruş bana göre.
Başkalarının bakış açısına mahkum kalarak, onların tersini iddia etmek; hem hakikate ulaşmamızı hem de insani olana uzaklaşmamızı engeller ve aslında bize dayatılan hakim görüşe istemeden de olsa katkı sunmamızı sağlar. Sur’u yıkmalıyız çünkü güvenlik sağlayamayız diyene güvenliği tarihi dokuyu da göz önünde bulundurarak sağlamayı önermektir sanat.
Sesli kitap uygulaması ile bitirelim. Pek çok insanı özgürleştirme iddiası ile yola çıkıp, insanları daha da sorunlu hale getiren ve kendi içlerine mahkum eden popüler psikolog okuma gafletine düştüğüm bir dönemde, tesadüfen bulduğum bir psikiyatri entelektüeli olan rahmetle andığım Engin Geçtan Hocanın “İnsan Olmak” adlı başyapıtını da önereyim. O kadar berrak, derinlikli ve güzel bir eser ki yorum yaparak haksızlık etmek istemem! Psikiyatrist olmanın getirdiği tecrübe ile yola çıkan ancak bir filozof olgunluğu ile yazılmış bir kitap. İddialı hap buyruklar yerine, ufuk açıcı yollar gösteren bir sanat eseri.