02.10.2022
Putin, bağımsızlığını tanımış olduğu BM üyesi bir ülkenin topraklarının bir kısmını resmen kendi topraklarına kattı. Bir çara yakışır bir törenle de bunu dünyaya ilan etti. Ukrayna’da faşistler vardı, Batı yanlısı ve Rusya için ilerleyen dönemde tehlike oluşturabilir gibi pek çok tez öne sürülebilir ve belli seviyede hak da verilebilir. Ancak kesin olan şey SSCB’nin dağılmasından sonra biriken bir enerji var ve bu enerji yeni bir paylaşım kavgası ve düzen için hareket enerjisine yani savaşlara dönüşecek gibi.
İngiltere’nin ayrılması ile çöküşü başlayan AB fikri, Merkel’in iktidarı bırakması ile birlikte aslında kağıttan bir kaplandan ibaret olduğu ortaya çıktı. Çar Putin’in işgali resmen açıkladığı toplantıda dediği gibi “Almanya ABD işgali altında.” 1985 yılında 250 bin Amerikan askeri varken 2020’de 35 bine kadar azalttı bunu ABD, ancak üsleri kapatmadı. Merkel’in gitmesi ile birlikte Ukrayna krizi patlak verdi. Sonrasında yaşanan süreçte Almanya büyük oranda kendisinin finanse ettiği ve ABD’nin yaptırım tehditlerine rağmen tamamlanan Kuzey akım 2 projesini iptal etmek zorunda kaldı.
Tüm bunlar 2. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’sına dönüşüldüğünü gösteriyor. İşte tüm bunlar yaşanırken Avrupa’nın üçüncü en büyük ülkesi ve diğer ikisine göre de görece bağımsız güç olan Fransa’ya dikkatinizi çekmek isterim. Her şeye rağmen sinema, edebiyat vs alanında hala bir şeyler söylemeye çalışan bir ülke. Sarkozy’nin Bush ailesi ile tatil yapacak kadar yakınlaştığı zamanlardan sonra görece kendince bir tarz oluşturmaya çalışan bir Fransa var.
Bir düşünün lütfen, Avrupa’da son yıllarda yaşanan patlamaların, terör saldırılarının büyük kısmı nerede yaşandı? Elbette Fransa’da. Bunda iliklerine kadar sömürdüğü Afrika’dan göç edenlerin etkisi açık. Eski tip sömürgecilik misali bunları kendi ülkelerinde sömürmek, Fransızca öğreterek asimile etmek falan artık yetmiyor. Çünkü rahat sömürebilmek için yoksulluk ve kaos içerisinde bırakılan bu insanların hayata tutunmak için bildikleri tek şey Fransa’ya kapağı atmak! Travmatize edilmiş bu insanlar denizde boğulmazsa travmaları ile birlikte Fransa’da bulunuyorlar. Yaralı insanları manipüle etmek kolaydır. Üstelik bunlar artık kağıt üzerinde de olsa Fransız kimliğine sahipler.
Hepimiz insanız ancak deli dana hastalığı nedeniyle İngiltere’de, öldürülen milyonlarca inek, Irak ve Suriye’de ölen milyonlarca insandan daha fazla gündem olmuştu. Batı için gözden ırak gönülden ırak durumu vardı. Ancak şimdi Fransa iç siyasetinin en önemli meselesi göç. Bu dönem de direkten döndü ancak Marie Le Pen’in suru gelecekte yıkacağı görülüyor. İşte İtalya’da Giorgia Meloni gerçeği ortada, İngiltere’de yeni Thatcher denen (olamaz, öylesi yaratık zor gelir gerçi ama) Liz Truss ortada vs… Bu arada Avrupa’ya faşizmi kadınlar getiriyor gibi bir görüntü de var. O söz sanki böyle değildi ama neyse.
İşte bu Fransa şimdilerde sineması ile göçmen meselesini gündem yapıyor. Önce Ladj Ly’in “Sefiller” filmi şimdilerde de Romain Gavras’ın “Athena” filmi çıktı. İkisi de Fransız gettolarında oturan göçmenler ve onlara karşı olan polis şiddetini anlatıyor. İkisinde de uyuşturucu işi bunların bağlantısına değiniliyor. İslami grupların etkileri hatta ikisinde de olumlama yapılarak gösteriliyor. Yine ikisinde de tespitler yapılıp, sisteme ve topluma sorunu bir tür çözme çağrısında bulunuluyor. Hatta kötülüğün kaynağı olarak sadist, sorunlu polisler ya da aşırı sağcı gruplar gösteriliyor.
Bana göre ikisini toplasanız David Dufresne’nin 2020 yapımı “Şiddet Tekeli” belgeselinin derinlikli tespitlerine yaklaşamazlar.
“Athena” filminin başlangıcında eylemciler artık biz polisiz diye bağırırlar. Filmin sonunda polis üniforması ile göçmen çocuğu katleden sağcılar gösterilir. Aslında bu iki durumda polisin ve temsilcisi olduğu sistemin bu iki tarafı da tatmin edecek bir yol bulamadığının daha da önemlisi üzerine düşeni yapmadığına dair toplumsal güvensizliğin olduğunu gösteriyor. Elbette bir sorunu devlet otoritesini kullanan biri çözemezse illa ki birileri bu boşluğu doldurmaya çalışır.
Bize dönelim biraz da. Fransızca bilen ancak farklı renk ve dini inançtan insanları bile topluma katmakta zorlanan az çok güçlü bir Fransız devleti ve sorunu çözmedeki eksikliği ortada. Bizde ise dilimizi bilmeyen ve laiklik, demokrasi gibi kavramlarla tanışmamış feodal bir göçmen nüfus var. Üstelik bunları herhangi bir dil öğretme, kriminal geçmiş sorgulama, meslek edindirme, iş planlaması yapmadan aldık. Gelenlere de yazık: ucuz iş gücü, kötü şartlarda, tacizlere maruz kalarak yaşamak zorunda bırakılıyorlar. Topluma da yazık: zaten ekonomik olarak ve de laiklik ilkesi açısından sorunluyken bir de hiçbir adaptasyondan, planlamadan geçirmeden doğrudan topluma dahil edilen milyonlarca insan var.
İşin ilginci sinemamız da bu konuya duyarsız. Yapılanlar ise gerçekleri tespit etmekten bile aciz romantik filmler. Hatta bir tür sipariş üzerine yapılmış gibi görünen Aida Begiç’in “Bırakma Beni” filmi var örneğin. Allah herkesi Türkiye’de göçmen yapsa keşke diyeceğiniz naiflikte bir film. Sipariş üzerine olunca böyle oluyor demek ki.
Sonuç itibariyle devlet mekanizmasının kurumları planlama yapmazsa, siyaset gündeme getirmezse, sanat gündeme getirmezse, entelektüeller konuya gerçekçi verilerle inceleme gereği duymazsa bu boşluğu kim dolduracak? Elbette bir Le Pen ya da Melonie. Çünkü doğa boşluk kabul etmez.
Halkın iradesinin temsilcileri tarafından devlet görevini yürütmesi için görevlendirilen komutanın bile ergen siyasetçi misali Amedspor’a karşı söylediği sözler gündemdeyken işin vehameti daha net ortaya çıkıyor. Kurumsal ciddiyetin erozyona uğradığı bir dönemdeyiz. Entelektüellere ve sanata daha çok iş düşüyor ancak onlar da ortada yok, maalesef.