31.10.2023
Yaşlılık ve sonrasında gelen ölüm… İnsan yaşamının şaşmayan gerçekliği. Yaşamın kendisi gibi yaşlılık karşısında da herkes kendince bir yaklaşımda bulunur. Gençliğinde güzellik ölçütü kabul edilen kadın oyuncular/şarkıcılar yaş alınca sessizce ortalıktan çekilirler. Kimisi de zamana bir şekilde direnmeye çalışırlar. Ajda Pekkan güzelliğini korumak için çabalarken, Meryl Streep ise yaşına uygun rollerde oynayarak bunu yapar. Kimisi de Clint Eastwood gibi oyunculukla başlayan kariyerini yönetmenlik ağırlıklı sürdürür. Sinema gibi görselliğin ve teknolojik gelişmelerin önemli belirleyici olduğu bir sanat dalında zamana sadece biyolojik olarak değil, gelişmelere de uyum sağlamak gerekir. Bunlar bile yeterli değil günümüzde. En basitinden sinema salonlarında film izlemenin yerini bir şekilde online platformların almaya başladığı ortada. Yine film yapımının da bu platformların eline geçtiğini de görüyoruz. Tüm bu değişkenlere rağmen “eski dünyanın” tecrübesi ile filmler yapan ustalar da var. Terrence Malick, Francis Ford Coppola, Costa-Gavras, Clint Eastwood, Martin Scorsese gibi.
Bugün yaşayan efsanelerden Martin Scorsese’in vizyona giren “Dolunay Katilleri” filmi üzerinden sinema hakkında bazı değerlendirmelerde bulunalım. Ne yalan diyeyim bu isimler ile ilgili bir fotoğraf ya da haber görünce ölüm haberi mi diye endişeleniyorum. Ancak hepsi inanılmaz bir tutku ile hala film yapmaya devam ediyorlar. Takdir etmemek mümkün değil. Yaşın getirdiği ayrı bir olgunluk ve bakış açısını bu filmlerde görmek mümkün. Scorsese’in “İrlandalı” ve yeni çektiği "Dolunay Katilleri"nin finallerinde yeni bir vurgu var. Film boyunca anlattığı olaya ait karakterlerin, anlatılan olaydan sonraki yaşamları ve ölümleri hakkında da mutlaka bilgiler veriyor. Bu bir tür olayların hatta sinemanın ötesine geçmek ve insan yaşamının basitliği ve ölüm karşısında acizliğini göstererek bir tür vicdan çağrısında bulunmak değil mi? Son filminde Robert De Niro’nun canlandırdığı karakterin gariban kızılderililer üzerinde oynadığı tüm hinlikleri ana mesele gibi seyretsek de finalde Scorsese’in bir tiyatro oyunu izletmiş ve finalinde kendisinin çıkıp bu karakterin olaylardan sonraki sonunu anlatması bence bu yaş ve olgunlukta bir yönetmenin yapabileceği bir şey. Ölümün kıyısında yaşamın gerçeği hakkında konuşmak aslında bu tam olarak! Bunu “İrlandalı” filminde tüm olayların heyecanı bitikten sonra son yarım saati yine karakterlerin yaşlılık ve ölümlerini anlatması ile yapmıştı. ‘Hayat boş, ölüm var, vicdanlı olmak gerek’ demek istiyor belki de Scorsese.
60 küsür yıllık bir sinema yaşamı olan biri elbette kendine has bir sinema dili ile varolmayı başarabilir. Scorsese, sineması her zaman için olayların kapitalist arkaplanını da sunmuştur. Bu filmde de kızılderililer, beyazlar tarafından katledildiği gerçeğinin iktisadi gerekçeleri ile göstermeyi ihmal etmemiş. Bu yönüyle insanın toplumsallığı açısından çeşitli yönlerini göstermiş. Bireysel olanı da aşk üzerinden anlatmayı başarmış. Ana karakter olan kızılderili kadının ailesi ve çevresi tek tek film boyunca eşi ve onun temsil ettiği beyaz bir örgütlenme tarafından katledilmesine ve bunu da sezmesine rağmen eşini bir şekilde sevmesi, bağlı kalması ve korumaya çalışması aşkı filme dahil eden temel etkendi. Scorsese aşkı da diğer yaşamsal olaylar gibi hayatın boş oluşu gerçeğine dahil etmiş. Kadın, eşinin tüm yanlışlarını, yalanlarını bir tür iradesizlik ya da kullanılmaya yoracakken bir tek soru sorar eşine ‘Bana insülin diye verdiğin ve beni zehirleyen ilacın içeriğini biliyor muydun?’ eşinin sessizliği bu aşkın, bağlılığın da yalan olduğunu gösterir ve kadının bunu anlamasını sağlar. Çünkü aşk özen ister. Aşk çoğu şeyi affetse de kasıtla yapılan bir kötülüğü asla içermez ve affetmez!
Film ile ilgili son olarak şunu da belirtmek isterim ki ‘görece uzun bir film.’ Burada da sinema ile yaşayan ve varolan birisinin sevdiği şeyin bitmemesini istemesi söz konusu. “Taksi Şoförü”, “Kızgın Boğa” gibi daha kısa süreli filmler yapmayı başarabilen bir ustanın bu kadar uzun film yapmasında en önemli etkenin ‘sıkı’ film yapacak çoşkusunun yaş ile azalması ve bir olayı anlatsa da tüm yaşam üzerine filmi aşan bir şeyler anlatmasından kaynaklandığını düşünüyorum.
Nuri Bilge Ceylan’ın “Kuru Otlar Üstüne” filminde ilk kez filmin içinde kamera arkası görüntüye yer vermesi bir kendi sinema tarzı adına denemeydi ki bence çok yersiz de bir kullanımdı. Bana göre bunun iyi örneği Kiyarüstemi’nin “Kirazın Tadı” filminin finaliydi. Ancak esas olan şu ki denemeler değişmenin bir göstergesi. Bu da yapılanı aşma çabası. İşte yaşam ve sanat tam da bu çabadan kaynaklanmıyor mu zaten?