05.06.2019
Malene Choi’nin ‘’Dönüş’’ filmini Malatya Film Festivali'nde görmüştüm. Son olarak Ankara Film Festivali'nde de gösterilmiş. Film Güney Koreli olan yönetmenin kendi yaşamından, yani gerçek hayattan uyarlanmış. Kore, kapitalizmin çevre ülkelere model olarak sunduğu ülkelerden biri. Bunun sonucu olarak da kapitalizmin olumsuz etkilerini görebileceğimiz bir laboratuvara dönüşüyor. 80’li 90’lı yıllarda tam olarak yerleşmeye ve etkisini göstermeye başlayan kapitalizmin etkisi ile bireyselleşme artmış ve kötü ekonomik şartlar nedeniyle de pek çok aile dağılmış. Bazı aileler doğan çocuklarına bakamadıklarından dolayı onları terketmişler ve evlat edindirmesi için devletin bu işle ilgilenen birimine teslim etmişler. Onlar da o dönemde yaygın olarak evlat edinmek isteyen Danimarkalılara bu çocukları evlatlık olarak verirler. Biyolojik olarak Koreli ancak kültürel olarak Danimarkalı olan bu çocuklar okul yaşamlarında ve sosyal hayatlarında Koreli olarak kabul görüp dışlanmışlar. Belki de bunun etkisi ile çoğu anavatanlarını ve ailelerini merak edip Kore’ye dönmüş. Film de zaten adından da anlaşılacağı gibi bu dönüşlerin hikayesini anlatıyor. Kabul görme beklentisi ile döndükleri anavatanlarında da Kore kültürüne uzak oldukları için bu kez de bir Danimarkalı gibi ‘’yabancı’’ olarak karşılanırlar. Bu insanlar biyolojik olarak Koreli, kültürel olarak Danimarkalı oldukları için her iki yerde de bir yabancı olarak muamele görürler.
Bu filmi izleyince bizdeki bir kısım aydın aklıma geldi. Amerikalıların ifadesi ile ülkemizin First Lady’si olan Emine Hanım bir toplantıda ‘’Yeryüzünde halife olmanın sorumluluğunu taşımaktan mesulüz’’ şeklinde bir açıklama yaptı. Ülkemizin entelektüellerinin bir kısmı ‘’Halifeliği ilan etti’’ şeklinde açıklamalar yaparak siyasi bir unvan olan halifelik ile İslami bir kavram olan insanın yeryüzünde Allah’ın temsilcisi olduğu anlamındaki halifelik kavramını birbirine karıştırdı. Emine Hanım'ın 50 bin dolarlık çantasının İslam ile ne kadar uyuştuğunu, tutarlı olup olmadığını; cesareti ve vicdanı olan, sabah-akşam dinden dem vuran yazarlara bırakıyorum. Yahut kazada ölen Çek futbolcunun arkasından hayır duası okunmaz diyen işgüzar Alanya Müftüsü’ne...
Ancak burada bizi ilgilendiren vahim bir durum daha var. Bu topraklarda yaşayan bir entelektüelin (ki İslam'a inanmak zorunda değil) İslam kültürüne tamamen yabancı olması ne kadar doğru? Sonuçta İslam bu ülkenin kültürünün ana etkenlerinden biri. Hangi batılı filozofun Hıristiyanlık hakkında bilgisi yoktur? Bu filozoflar Hıristiyanlıktan nefret etseler bile Hristiyanlığın ne olduğunu bilirler. Bu konuda Attila İlhan’ın bir söyleşisi aklıma geliyor. Kendisi şiirlerini yazarken ezanın makamlarına uyumlu olmasına dikkat ettiğini söyler. Nedeni sorulunca da ‘’Ben şiirlerim bu toplumda okunsun diye yazıyorum. Bu topraklarda ezan bin yıldır okunuyor. İnsanların kulakları ezanın makamlarına alışık, ben de ezan makamına uyumlu yazarsam daha çok kabul görür. Ki benim istediğimde bu zaten’’ der. Attila İlhan’a İslamcı diyecek birisi yoktur! Peki neden böyle yapmaktadır? Çünkü Attila İlhan kendi kültürüne ve toplumuna bir yabancı olarak değil, onlardan biri olarak, onların anlayacağı dil ile temas kurmayı doğru bulmaktadır. Tıpkı batılı entelektüellerin yaptıkları gibi. Çünkü bu ülkede siyasi olarak etkin olmak ya da halkı daha ileri bir düzeye taşımak istiyorsak, bunu halka rağmen yapamayız. Halkı anlayarak, onun dilinden konuşarak yapabiliriz.
Bidon kafalı, göbeğini kaşıyan adam, donla denize giren kıro diye aşağılayarak hiçbir şey elde edilemez. Bu aşağılayanlar toplumu değiştirmek isteyen insanlar değil. Bunlar daha çok parası olan ve ötekileştirilen iyi eğitimli kesimin daha da toplumdan kopmasını sağlıyorlar. Bu mikro iktidar alanı onların işine yarıyor. Yoksa aşırma, ergen işi ucuz kitaplarını nasıl 9’u 5 geçe 1881 adet basıp neredeyse iki asgari ücret bedeline satabilirler ki! Bir nevi toplumun yüzde beşi bile olmayan kesime konuşup, ülkeyi yönetmek isteme saçmalığı hali... Bu soğuk savaş dönemi stratejisine benziyor. Yalta’da buluşup Dünya’yı parsel parsel paylaştıktan sonra ABD’nin ve Rus yayılmacılığının temsilcisi haline dönen SSCB’nin kendilerine düşen kısımları sömürmesi, ancak dışarıdan bakınca kavgalı görünmeleri gibi...
Yine batıdaki tüm müzisyenleri az çok tanımasına rağmen Neşet Ertaş’ı tanımayan pop şarkıcımız misali. Sonrasında bu pop şarkıcımız kendinin neden uluslararası bir şarkıcı olamadığı üzerine düşünmez. Çünkü kendi kültüründen beslenmeyen bir sanatçı olsa olsa başkalarının kötü taklidi olur. E hangi taklit orijinalini geçebilir ki?
Geçen yıllarda kaybettiğimiz Fransız usta yönetmen Godard’ın ‘’Sinema Lümier Kardeşler ile başladı, Kiyarustemi ile sona erdi’’ demişti. İranlı yönetmen Abbas Kiyarustemi, ‘’İslami yönetim iktidarı ele geçirince neden ülkeyi terketmediği’’ sorulunca Kiyarustemi ‘’Bir ağacı kök saldığı yerden ayırıp başka bir yere götürürseniz, ağaç meyve vermez olur. Verse de kendi yerindeyken vereceği meyve kadar güzel olmaz. Bence ülkemi terk etmiş olsaydım, tıpkı o ağaç gibi olurdum’’ der.
Elbette bu eleştiriler kendi yetişmiş evlatlarına kıyan sistemimizi aklamak için değil. Sonuçta ortada göç etmek zorunda bırakılan pek çok entelektüel var. Bu eleştiriler, tam da bu kıyım makinası çarkı kırabilmek için. Bunun yolu da halka rağmen halkçılık değil, halkı anlayıp onun dili ile konuşup onu dönüştürmekten geçer. Diğer türlü entelektüelimiz Kemalettin Kamu’nun şiirindeki ‘’Ben gurbette değilim, gurbet benim içimde’’ ruh halinden çıkamaz.
Not: Seçimin iptali haberi yazıyı düzenlerken geldi. Bu karar kamu vicdanını sızlatmıştır. Asıl şimdi kaçma değil, mücadele etme ve halka öncülük etme vaktidir. Unutmayalım ki tarih, kaçanları değil mücadele edenleri yazar.