29.01.2023
Hayatta kesinliği tartışılmayan tek gerçek her canlının öleceğidir. Seyrettiğiniz filmlerde ölümün nasıl işlediğini hatırlayın. Nadir bazı örnekler hariç geride kalanlar üzerinden hayat devam eder. Filmin esas anlattığı başrol ve onun hikayesi olmasına rağmen başrol ölse de film onun anıları, etkileri üzerinden biraz daha devam eder. Bu kapitalist dünya algısına uyan bir durum. “Titanik” filmini hatırlayın. Büyük aşk Jack’in ölümü ile acı bir şekilde sonlanır. Sonra finalde Rose’un yaşlılık halini görürüz. Benzeri pek çok örnek gösterebilirim. Bunların ortak özelliği ölümün bu modern bakış açısı ile sadece bir araca dönüşmesidir. Ölen bize ölüm gerçeğini hatırlatmaz bu filmlerde. Oysa ölüm kavramı üzerine düşünmek yaşamı esas anlamlı kılacak düşünce değil midir?
Kıyamet filmlerini hatırlayın. Onlarda bile dünyanın sonu gelmez. Çünkü son kavramının düşünülmesi, kapitalist bakış açısına uymaz. Neden? Virüsleri düşünün. Virüsler, doğada tek başlarına aktif olarak yaşayamazlar. Mutlaka sömürecekleri, çoğalacakları ve en sonunda da bu sömürünün sonunda yok edecekleri bir canlı konağa ihtiyaçları vardır. Tıpkı kapitalizm gibi! İşte bu mantıkla kapitalizm yaşamı kutsar gibi görünür ancak yaşama saygıdan dolayı değil onu bir sömürü aracı olarak kullanmak için.
2018 yılında Fatih Akın’ın “Paramparça” filmi Altın Küre ödülü almıştı. Herkes Oscar ödülü alacağına da kesin gözüyle bakıyordu. Ben ise değil ödül almayı aday bile yapmaları sürpriz olur demiştim. Sonrası da malum aday bile yapmadılar. Neden? Çünkü filmde Türk eşi ve oğlu Naziler tarafından öldürülen bir kadının intikam öyküsü anlatılıyordu. Ee tam da ödül getirecek konu diye düşünebilirsiniz ancak finalini Akın yanlış yapmıştı. Çünkü katillerin kaldığı karavana kadın girmiş ve sonrasında da elindeki bombayı patlatarak kendisi de dahil hepsinin ölümüne yol açmıştı. Ve film burada bitmişti. Mutlak son. Kapitalist bakış açısına asla uymayacak bir şey bu.
Oysa aynı yıl Oscar’da yer alan “Üç Billboard Ebbing Çıkışı, Missouri” filmin de konusu benzerdi. Kızının cinayetini aydınlatmaya ve intikamını almaya çalışan bir annenin öyküsü anlatılıyordu. Finalinde katil bulunmuş ve kadın ona yardım eden polis ile birlikte katilin olduğu yere giderken filmi bitirmişti. Yani mutlak son yoktu. En azından yönetmen filmi belirsizlik ile bitirmişti.
Kapitalist bakış açısının ölüme bakışına az çok değindik. Bir de Lars Von Trier’in “Melankoli” filmi var. Göktaşı dünyaya çarpar ve dünya yok olur. Çok çok nadir bir örnek bu. Tam da Trier’lik bir son. Bu tarz filmler liberal, sol etkinin son kırıntılarının kaldığı Cannes gibi Avrupa festivallerinde yer alsa da yakın zamanda bu tarz yaklaşıma sahip filmleri göremeyeceğiz muhtemelen. Belki her türlü yapım zorluğuna rağmen yine de alternatif bakış açısına sahip filmler yapılacaktır ancak bunların görünürlüğü olmayacak. Baksanıza şimdiden online platformlar tekelleşmeye başladılar. Film festivallerinde de benzer bir yozlaşma epeydir mevcut.
Tüm bu bakış açıları dışında ölümü daha iyi bir amaç uğruna kullanan filmler de var. Kurosowa’nın “İkuru” filmi örneğin. Mide kanseri olduğunu öğrenen bir halkla ilişkiler müdürünün hayatını sorgulamasını anlatıyor. Bohem bir hayat mı yaşasam o bu derken tam da bir Japon’a yakışır gibi hayatın anlamını çalışmakta ve insanlara faydalı bir eser üretmek için çabalamakta bulur. Finalinde de ölür.
Breaking Bad dizisinde akciğer kanseri olduğunu öğrenen bir öğretmenin ailesi için geriye bir şeyler bırakmak amacıyla uyuşturucu işine girişini anlatıyor. Finalde ölüyor.
“Corsage” ve “İDA” filmlerinde ise ilkinde zorlama bir şekilde de olsa Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun kraliçesinin tüm lüks yaşam ve imkanlara rağmen bir kafeste yaşamasını ve erkek egemen toplum anlayışını anlatan, feminist bir film. Sonuçta istediği gibi yaşam için mücadele eden ancak başarısız olmaya mahkum olan kraliçe intihar eder.
“İDA” filminde ise ailesinin bir üyesi hariç hepsi Naziler tarafından katledilen, Nazilere karşı savaşmış bir sosyalist kadının yeğeni ile olan öyküsü anlatılır. Yeğen, bir gün çıkıp gelir, rahibe olmak için manastıra gireceğini söyler ve bunun için izin ister. Kadın yeni sistemde hakim olmuştur. Yeğeni hem bu sosyalist idealden uzaktır hem de Yahudi olmalarına rağmen kız Hristiyan olmuştur. Kadın yeğeninin hayatını sorgulaması için çabalar ancak kız korkar ve manastıra katılır. Kadın ise tüm mücadelesine rağmen yıkılır ve hayatın anlamsızlaşması üzerine de intihar eder.
Bu son anlattığım filmlerde ölüm gerçeğini yani son kavramını düşünme var. Ve bununla da yaşamın değeri ve önemi anlatılmakta. Daha iyi, mücadeleye değer bir yaşam için ölüm gerçeği hatırlatılmakta.
Ne de olsa en dikkat çeken yazı tipi siyah zemin üzerine beyaz kalemle yazılanıdır. Ya da tersi!
O sırada ülkemizden bir ses geliyor Numan Kurtulmuş’tan “Cumhurbaşkanımız kendini bir fani olarak görüyor.” Bu büyük keşifin ötesinde söylenecek her söz entelektüel lakırdıdan öte bir şey olur!