11.12.2023
Sürekli gittiğim bir kafe var. Gide gele kafenin işletmecisi ile bir tanışıklık oluştu. Kafeye gelen birisine sürekli ‘enişte’ diye hitap ediyor. Bir gün gittiğimde işletmeciyi göremedim. Enişte dediği adam vardı. Ona sordum nerede akraban diye? Adam da şaşkın bir şekilde baktı ve o kim dedi? Ben de işletmeciyi tarif edince, adam güldü ve yok ya eşim onun memleketlisi ondan öyle diyor dedi. Feodal değerler öyle ya da böyle hayatımıza etki etmeye devam ediyor. Çünkü hayatımızda her ne kadar sosyal medya kullanıp starbcuks protestosu yapan yaşlı dayılar gerçeği olsa da, lüks Alman arabalarında gezen şeyhler olsa da değişen bir şey yok aslında, hala feodal bir toplumuz gecenin sonunda. Özde değişim yok şekilde değişim var çünkü. Özde değişim için çaba, emek, üretim gerekli. Şekilsel değişim ise pasif bir eklenmeden ibaret! Doğal olanı özün değişimi. Ancak bakmayın şekilsel değişim de zamanla özde değişime yol açacaktır. Pudra şekerinin tadına varan siyasal İslamcı ile ruhunu şeytana satan Faust misali yeni bir gerçekliğe dahil olur nihayetinde. Su akar yatağını bulur.
Bu anı misali, eniştemiz Chirstian Petzold’un son filmi “Kızıl Gökyüzü” bu haftaki konuğumuz. Kendine has bir sinema dili oluşturan Petzold bu filminde de aşk üzerinden insana dair açıklamalara girişiyor. Petzold da pek çok festivalde kotalar konarak desteklenen LGBT görünürlüğü meselesine kayıtsız kalmamış. İşin açığı pek doğal akışa da uymamış hatta bir tür akışa eklemlenme gibi duran bir yan karakter yaratımı gibi durmuş. Buna rağmen ana akışı bozan ve sırıtan bir eklemlenme de değil bu. Bir tür günümüz sinemasının ana akım değerlerine bağlılık ve onaylanmak gibi bir şey. Günümüz bilimsel yayınlarında da benzer durum var. Gönderdiğiniz makalenin kabul ihtimalini artıran şeylerden biri de derginin başka makalelerine atıf yapmanız. Onaylanmak için belli sınırlara biat etmek zorundasınız. Entelektüel özgürlüğü kısıtlayan belli kalıplara sokan bir sistem içindeyiz.
Filme dönecek olursak: Ana karakter arkadaşının annesine ait olan, sahil kasabasında sessiz, sakin bir evde romanını bitirmek için gelirler. Evde arkadaşının annesinin başka bir tanıdığı genç kadın da vardır. Yazar karakterimiz romanına odaklanmıştır ve gözü hiçbir şeyi görmemektedir. Filmin vurucu kısmı da bu noktadır. Bu doğal gibi görünen durum üzerinden aslında hayata dair bir şeyler söyleme cüreti anlamına gelen roman yazma fikrinde de yazarımızın çuvalladığını görürüz. Yazarımız, somut dünyanın gerçekliğinden kopuktur. Yazmayı bir iş olarak görmekte ve gerçek yaşamında olduğu gibi ‘hayata dair sözler söyleme iddiasının arkasında aslında kendisinin hayata dair kör olduğunu, anlamak için uğraşmadığını’ görmekteyiz. Olanı anlamak yerine önyargılarına mahkum olmakta, aşka cüret etmekten bile korkmakta. Hayattan kaçan birinin hayat hakkında ahkam kesmesinin saçmalığını görmekteyiz filmde. Aşık olduğu kadının romanının taslağını okumasından sonra beğenmemesini de her çiğ insan gibi kendisini sevmemesi ya da karşıdakinin cahilliği ve anlamamasına bağlamakta. Sonrasında ise kadının yaşamını devam ettirmek ve toplumun içinde gözlem yapmak amacıyla garsonluk yaptığını aslında edebiyat üzerine doktora yapan biri olduğunu görürüz. Eleştirisinin amacının da egodan değil sevgiden olduğunu ve yazarın potansiyelinin açığa çıkması için iyi niyetle yapıldığını görürüz. Kadın; yazarın kalıplarını kırmaya ve onu kafasındaki ezberlerin dayattığı kabullerden kurtarmaya çalışmaktadır. Yazarımız şanslıdır çünkü bunu anlaması için yayıncısı da gerçekleri söyleyerek katkıda bulunur. Yayıncının kanser olmasını bile anlayamayacak bir körlüktedir hayata dair yazan yazarımız!
Petzold sinemasının naif anlatısı içerisinde insani olandan uzak ancak insana dair ahkam kesme cüretinde bulunan ahmak entelektüelliği başarılı bir şekilde filminde göstermiş. Aslolanın entelektüel kalıplarla söylenmiş içi boş, samimiyetsiz, yaşamdan kaynağını almayan soyut sözlerin değil yaşamın, insanın kendisi olduğu gerçeğini vurgulamış. Geçenlerde çok saygı duyduğum ve örnekleri tükenmek üzere olan bir Romatoloji profesörü hocamızın önerisi ile romatolojinin ülkemizdeki en saygın ismi olan Prof. Dr. Hasan Yazıcı’nın YouTube’daki “Birey, gerçek ve bilim” adlı söyleşisini izledim. Muazzam birikime sahip bir bilim insanı ve hekimden insanın ufkunu genişleten bir şeyler öğrendim. Videosu bir yıldır yüklenmiş olmasına rağmen sadece 340 kez izlenmiş. Sosyal medyada ahmakça ilişki, bireysel yaşam önerisinde bulunan çapsız psikologların yüzbinlerce takipçi, binlerce etkileşim aldığı bir çağda pek de şaşırtıcı değil aslında. Günümüz insanı filmdeki yazar misali gerçek hayat ile bağı olmayan, yüzeysel ezberlerini besleyecek, çiğ, basit önerilere ilgi gösteriyor. Bunun nedeni de gerçek hayatın bir şekilde onların ezberlerini sürekli zorlaması sonucu kabul ettikleri ezberlerini onaylayan bu modern din adamlarına muhtaç olmalarından kaynaklanıyor. Marx’ın ‘Din afyondur’ sözü misali uyuşturucuya bağımlı insanlar bunlar. Gerçek hayatta yalnız, sosyal medyada kalabalıklar. Başkalarının Allah buyruğu diyerek insanları sömürmesini gericilik olarak gören ancak bu modern din adamlarından ezberlerini besleyecek öneriler almadan da varlıklarını sürdüremeyen ‘modern dinin bağımlı müritleri’ misaliler.
Filmde geçen Heinrich Heine’in “köklerim Asrilerden gelir, sevince ölenlerden” şiirindeki mısra misali belki de insanlar yaşamı ‘gerçekten’ sevmekten korkuyor, öleceklerini düşünerek. Oysa zaten ölecekler, sevmeseler de. Yaşamı sevmektir aslında yaşamı değerli kılan!