04.09.2022
Bazı yönetmenler, şairler gibidir. Ruhlarının derinliklerinden gelen bir duygu ile bir film yaparlar ve sizin ruhunuzun da en derinlerine kadar etkilerler. Muhammed Resulev’in “Beyaz Çayırlar”, Alex Garland’ın “Ex Machine”, Özcan Alper'in “Sonbahar” filmi gibi… İlginç tarafı bu filmleri yaptıklarında belli ki bir formülle yapmamışlar, bir şair gibi kontrolleri dışında bir hissiyat ile ortaya çıkmış gibi bu filmler. Yine ilginç bir şekilde kendilerinin olan bu filmlerden bir tane daha yapabilmek için uğraş içine giriyorlar ancak yapamıyorlar. Sanki bir sihrin etkisinde kalmışlar ve tekrar o sihre ulaşmak için çabalıyor gibiler. Ancak en fazla yapabildikleri ruhları ile bütün olarak oluşturdukları bu başyapıtlara akılları ile ulaşma çabası ve başarısızlığından ibaret.
Bu üçü içerisinde en aklıyla, formüllerle hareket edeni Aleks Garland. Ne de olsa Batılı ve de profesyonel biri. Haliyle de yükselen Feminizm rüzgarından faydalanma ve bu gündemi kaçırmama adına, “Adamlar” filmini yapmış. Filmde şiddet gördüğü ve geçinemediği eşinden ayrılmak isteyen bir kadın, eşinin intiharı sonrası toparlanma adına kırsal bir kasabada tatil yapmaya karar verir. Bu iyi bir tercih. (Yani ana karakteri izole edip olayları daha net görülmesini sağlama)
Yalnız bir kadının, modern dünyaya ait bilinçaltının yansıması olan ve hala aşılmamış geleneksel ataerkil yapıya dair tüm yanlışlarının yaşandığı bu kırsal kasabada maruz kaldığı baskıyı görürüz. Geleneksel din anlayışı ile devletin güvenlik birimlerinin bakışı ve kaldığı mekanın sahibinin evli olup olmadığını sorgulaması ile meczup olarak görülen biri tarafından gözetlenmesi, taciz edilmesi vs vs… Hele metaforik olarak bunların bütün olduğunu gösteren doğum sahnesi de apayrı bir şeydi.
Sonuç itibariyle film, bir yapay zeka ürünü gibi ve sosyal medyada önemli bir anmayı es geçmemek zorunda hissedip paylaşım yapan bir kullanıcı misali, hissiyattan yoksun ancak iyi planlanmış bir film.
Tabi günümüzdeki fenimizm, Simone De Beauvoir misali sosyalist bilinç ile savunulan bir feminizm değil. Ancak kadının birey olarak vurgulanması ve eşitlik arayışı en azından ilk aşama için değerli.
Maalesef bu bile bizim için çok uzak. Kız çocuklarını okula göndermeyin, kadınları çalıştırmayın diyen tarikat şeyhinin ölümü sonrası yas tutan kadınlarımız oldu. Ancak şeyh ölürken de onları unutmamış ve cenazesine katılmamalarını vasiyet etmişti. Nasıl bir patolojik sevgi ise kendilerini yok sayan, ikinci sınıf gören bu şeyhe methiyeler düzmekten vazgeçmeyen kadınlar oldu.
Yine de Nebiye Arı’nın yaptığı “Hem Müslüman Hem Feminist” belgesel filmini izlemenizi öneririm. Üstelik ücretsiz izlenebiliyor. Ülkemizde teorik olarak var olan laiklik, muhafazakar bir iktidarın yaptıkları sayesinde halka uygulamalı olarak doğruluğu gösterildi. Halkımız bu iktidar sayesinde gerçek anlamda laikliğin değerini içselleştirdi. Eskiden laiklik devlet kurumları tarafından korunarak ayakta tutulurdu şimdilerde kendilerince uyguladıkları muhafazakarlık bu kurumlarca korunuyor. Konser yasakları, hapishaneye müzisyenleri atmalar vs bunun kanıtı değil mi?
Kişisel veriler, unutulma hakkı vs Batılı toplumların pratiğinden doğan yeni modern haklar. Biz de bu yenilikleri madem böyle bir şey var, tercüme edip uygulayalım yaklaşımı ile yasalarımıza ekledik. İyi de yaptık, ancak bundan da ilk aşamada kim faydalanıyor? Adam hırsızlık yapmış, tecavüzden suçlu bulunmuş vs hemen başvuruda bulunuyor ve tüm bu haberler siliniyor. Ya da ciddi hırsızlık, talan iddiaları gündemde ancak hemen özel hayatın gizliliğinin ihlali, saçım görüldü diyerek hakkını kullanıyor.
Zamanında büyüğümüzün dediği gibi “Ne özeli, genel bunlar geneeel” diye bağırası geliyor insanın ancak son demlerinde bu son çırpınışlarını izlemek de biraz keyifli aslında.
Hakan Günday-Onur Saylak ikilisi var da neden Kemal Varol-Özcan Alper ikilisi olmasın ki? Olsun elbette ancak ilkine popülerlik uygunken ikincisi daha ağır abiler olduğundan zorlama oluyor. Kemal Varol kendi eserinin bu şekilde kırpılmasına nasıl izin vermiş hatta senaryoya dahil olarak katkıda bulunmuş, anlamakta zorlanıyorum. Popüler kültür nelere kadir.
Özcan Alper’in “Rüzgarın Hatıraları” filmin başlangıcına Faulkner’in “Geçmiş asla ölmez. Hatta geçmez bile." alıntısı ile başlayıp uzlaşıdan uzak tutumunun yerini “Aşıklar Bayramı” filminde “Olan oldu, göçen göçtü” şeklinde uzlaşı diline çevirmesi güzel olmuş. Çünkü hayat acılardan ders alarak devam etmeli.
Filmin teknik becerisi, oyunculuğu elbette başarılı ancak ruhu ve samimiyeti bence yok. Ucuz bir arabesk ve kutsanmış, her türlü hatasına rağmen saygı duyulması gereken, Heves Ali karakteri pek de inandırıcı durmuyor. Neden terk etmiş oğlunu ailesini anlatılmıyor ancak tek anlatılan saygı duyulması gereken biri olduğu.
Özcan Alper’in röportajları da ilginç. Karakteri Diyarbakır’dan Kırşehir’e taşımasının nedeni konuyu dağıtmamak demiş. Netflix’e film yapınca demek ki bir tür kendi kendini sansürlüyorsun. Üstelik bunu eserin sahibi ile birlikte yapıyorsun. Bu çok güzel bir örnek aslında. Ülkemizdeki pek çok sorunu çözmek istiyorsanız yapacağınız şey feodal düzeni, anlayışı iyice yıkıp kapitalist sistemi oturtmak! Kapitalizm ne de güzel çözüyor bu feodal sorunları. Zaten sosyalizm de kapitalizmin feodalizmi yok etmesi sonrasında oluşan etkilerin çözümü için ortaya çıkmadı mı?
Özel sohbeti nedeniyle linçe uğrayan Musa Eroğlu’nun (ki zerre umrumda değil o görüşleri) güzel yorumu ile söylediği türküyü değiştirerek ifade edersek “Kapitalizmin gelir kendi, ne ağa der ne efendi. Sayılı günler tükendi. Yolun sonu görünüyor.” Son feodal kaleler de yıkılıyor. Ülkemizde kapitalizm, feodal kalıntıları bitiriyor. Sonrası mı? İşte o zaman gerçek bir sosyalizm ihtiyacı doğacak.