11.09.2023
Travma kitabının birinde beklenmedik felsefi bir yorum okumuştum. ‘İnsan ana rahminden dünyaya gelirken ilk olarak travma ile karşılaşır,’ diye. Doğal bir yolculuk olsa da doğumun kendisi bile travmadır. Bir nevi hayatımızda ilk nefesimizi almadan travma ile tanışıyoruz. Ve travma sadece fiziksel bir olay da değil. Hatta daha da belirleyici olanı ruhsal travmalardır.
Wladimir Bartol’un “Fedailerin Kalesi: Alamut” romanını daha önce konuşmuştuk. Bartol’un hikayelerinden oluşan “Araf” kitabı da benzer bir bakış açısına sahip. Bartol “kafamızdaki algı” meselesi üzerine yoğunlaşmış biri. Ki haklı da. Dünya bir yönüyle kafamızın içindeki algı ile alakalı. İşte bunun en basit örneği aşk. Duygular gibi tamamen öznel bir kavrama bağlı bir şey aşk. Her aşk aslında kendimizi bulma adına bir yolculuk. İçimizde bilinmeyen, karanlıkta kalan ve bizi etkileyen yönlerimizi aşk sayesinde görürüz. İşte bundan dolayı hayatımızın bir dönemimde delicesine aşık olduğumuz insanları bir zaman sonra hatırlamayız bile. Aşk aslında “bilinmeyen” yönlerimizle ilgilidir.
Ve aşk trafiğe çıkmak gibidir de. Siz bildiğiniz yönlerinizle her şeyi doğru yapsanız da kazaya maruz kalabilirsiniz. Çünkü trafikte karşıdakinin alkol, madde etkisinde olma ya da yanlış yapma ihtimali olması gibi durumlar söz konusu olabilir. İnsanların öyle ya da böyle bir mantığı vardır. Ve aşk bu kurallara bağlı olmayabilir. Zaten mantık bilinmezlikten uzak durma eğilimindedir. Aşk ise büyük bir bilinmezliktir. Peki mantıksız görünen bu duruma bizi iten şey ne? Bence içimizde bilincimiz dışında olan ve kendimize ait ancak habersiz olduğumuz “bilinmez” kısmımız bunda en önemli etken.
Spike Jonze’un “Aşk” filmi tam da bu anlamda bir başyapıt. Modern, kapitalist dünya insanın bir prototipi niteliğinde Theodore adında bir yazar var. İşi insanların sevgililerine, arkadaşlarına vs mektup yazmak. Bu yönüyle kendisi de bir tür biyolojik yapay zeka aslında. Ve işinde çok iyi çünkü kendisi insan ilişkilerinde başarısız. En iyi aklı başarısızlar verir. Çünkü insan dışarıdan bakabildiği konularda çok daha doğru tespitlerde bulunur.
Theodore tam da böyle biri. Eşini sevmesine rağmen evliliği başarısızlıkla sonuçlanmış. Hatta bitirme konusunda bile başarısız. Aşkın tersi gibi görünse de yalnızlık da içimizdeki “bilinmez” kısmı keşfetmemiz konusunda yardımcı olur. Ancak aşk da yalnızlık da belirsizlik ve unstabil durumlar olduğu için insan bu ikisinden de aslında uzak durmaya çalışır. Tabi bu ikisinin de “gerçek” olanından. Örneğin sürekli spora, konsere, tiyatroya vs vs giden arkadaşlarınız vardır. Bunlara dikkat edin genelde yalnızdırlar. Ancak bu yalnızlık içimizdeki bilinmezliği ortaya çıkaracak, onu tanımamızı sağlayacak bir yalnızlık değildir. Daha çok kalabalıklar içinde kaybolmanızı sağlayacak bir ‘kendinden ve gerçekten kaçıştır.’ Karanlıktan korkanın ıslık çalması misali gürültülü bir yalnızlıktır aslında yaşanan.
Aşk için de benzer bir şey var günümüzde. Freud’un Casanova için yaptığı bir yorum var. Onun, sürekli kadınlarla birlikte olmasını bastırmak istediği eşcinselliğinin kanıtı olarak görür. Bastırılan aslında ‘olanıdır.’ Yani iç sesi gerçek varlığıdır. Ve bu toplumsal olana (özellikle de o dönemde) karşı olduğu için kendisini hiçe sayan toplumla savaşmak yerine ondan onanmak için toplumun kabul ettiği cinsellik anlayışını abartarak yaşar. Çünkü abartının olduğu her eylemin en derinine inildiğinde aslında tam tersi olanın bastırıldığı görülür. İşte ülkemizde en müslümanım diyenlerin hali ortada!
Aşk filmi ise bu durumların ötesinde bir bakış açısı getiriyor. Kendisi de bir tür biyolojik yapay zeka olan Theodore’un Samantha adındaki bir bilgisayar yazılımı ile yaşadığı aşkı anlatıyor. Yaşanan elbette aşk değil. Samantha bir yerden sonra bir tür Pinokyo gibi insanlaşma arzusu gösteriyor. Ancak “Ex-Machina” filmi misali en nihayetinde olan şey sadece ruhsuz bir şeyin ruhu taklit etmesinden ibaret. Ki bu günümüz dünyasında ‘ruhu çalınmış’ insanların yaşadığı aşktan daha gerçekçi olsa da en nihayetinde asla gerçek bir aşkın yerini vermiyor. Çünkü gerçek aşk acısıyla, mutluluğuyla insan için en sarsıcı gerçek olmaya devam ediyor!
Özellikle de aşkın ‘birey olma’ ‘kişiye özgü olma’ hali filmde çok güzel anlatıldığı gibi bir yapay zeka tarafından tatmin edilmesi en zor kısım. Öyle ya da böyle insanın empati yaparak yarattığı antik tanrılar dönemi sonrası ortaya çıkan semavi dinlerdeki tanrı kavramı da özünde insan ile tanrı arasındaki bir tür aşk ilişkisi. Çünkü iki taraf için de bir irade söz konusu. Hani bizim sözde müslümanlar gibi yasaklarla bu iradenin ortadan kaldırılması bu açıdan bakınca ne kadar da küstahça ve ahmakça değil mi?
Ve filmin finali pek çok filmde küçümsenen insana dair övgü ile bitiyor. Çünkü gerçek aşk yine iki insan arasında oluyor!
Başlıkta İsmet Özel’in “Münacaat” şiirindeki mısra misali. Aşk en insani olan şey ve insanın ruhunun en derininden çıkmalı. Ve aşk insana dair her şey!
Halbuki aşk, başka ne olsundu hayatın mazereti!