29.08.2025
1904 yılında, Kongo’da çekilen bir fotoğraf… Kongolu bir baba, 5 yaşındaki kızının kauçuk kotasını dolduramadığı için kesilen sol eli ve sağ ayağına bakmaktadır. Arkasında duran iki Kongolu çocuk ise bu vahşeti ‘sıradanlaşmış’ bir olay gibi, sessizce kabul etmiş gibidir. Yüzlerinde dehşete dair bir iz yoktur; çünkü ruhları sindirilmiş, şiddet sıradanlaştırılmıştır.
Bu vahşetin sorumlusu, 10 milyon insanın ölümüne yol açan ve elde ettiği kaynaklarla “modern Belçika’nın kurucusu” sayılan II. Leopold’dur. 1909’a kadar hüküm sürmüş, hiçbir yargılama ya da suçlamaya uğramadan devlet töreniyle defnedilmiştir. Heykelleri 2020’ye kadar ülkenin her köşesinde yükselmiş, siyahi Belçikalıların protestolarıyla ancak bir kısmı kaldırılabilmiştir.
Fotoğrafı çeken ise, Afrika’da misyonerlik faaliyetleri için bulunan Alice Seeley Harris’tir. Amacı Hristiyanlığı yaymaktı; ancak vicdanı, gördüğü vahşeti kayda almayı emretti. Onun insana dair aidiyeti, her türlü sonradan oluşmuş aidiyetin üstüne çıktı.
Hakikat ancak sorgulanan görünenden doğar. Sorgulamaksızın görüneni kabul etmek, insanı edilgen kılar; tıpkı bir ineğin önüne konan otu tüketmesi gibi, kaderini otu verene bağlayan bir varoluşsuzluk hâline dönüşür. İnsan, gördüğünü sorgulamıyorsa, sorumluluk almıyorsa, “gerçek insan” olma vasfını kaybeder.
Bugün para ve boş zaman bulabilen kimi tipler, tüketme ve gezmeye indirgenmiş bir özgürlük anlayışına sahiptir. Küçük burjuva, üç kuruş imkânıyla satın alınabilen “sahte diploma” misali bir “elitlik unvanı” elde ettiğini sanır.
Brugge’deki Orta Çağ lonca evlerini hatırlayalım: Her meslek, kendi evini farklı renge boyar; böylece okuma yazma bilmeyenler bile hangi mesleğin hangi binaya ait olduğunu anlardı. O evler, bilginin ve işaretin simgesiydi. Oysa bugün, aynı evlerin önünde fotoğraf çektirip bir “tik” daha atan sözde elitler, sorgulamayan muhafazakârların modern versiyonudur. Muhafazakârlık sadece dini korumak değil; ait olunan grubun sembollerini sorgulamadan sürdürmektir. Bu bağlamda, Brugge’deki evlerin önünde çekilen turistik fotoğraflar, yüzeyselliğin ve geçmişi bilmezliğin yeni işaretidir.
Freud’un oral ve anal dönem kavramları, insanın gelişim evrelerini açıklamaya çalışır. Ergenlik döneminde ise asıl mesele “otoriteyle çatışma”dır. Toplumun doğruları aileye aktarılır; ergen ise bu kabullere karşı çıkarak kendi benliğini arar. Aile, ilk otoritedir. Fakat birey, aileden kopsa da aynı yapıyı başka otorite figürleri üzerinde yeniden kurabilir.
Sürekli istikrarlı bir şekilde gittiği yerlerin, katıldığı etkinliklerin fotoğraflarını kolajlar, efektler vs. ile özenle paylaşan insanlar var. Bunlar sosyal medyalarını gerçek hayatta oturup çay, kahve içtikleri insanlara değil, aynı ortamda, ortak arkadaşları olan herkese açan insanlar. Nefes almayı, hayatlarının merkezlerinin kendileri olduğunu unutan ve kısmi yaşadıkları anı, kısmi yüzeysel bağlar kurduğu insanlara bütün hayatlarının vitrini, imaj yansıması olan sosyal medyalarındaki etkileşimle olan bir varoluş üzerinden kuruyorlar. Takipçi–like borsası hayatlarının ritmini ve merkezini belirliyor. Bir sonuç beklentileri ya da amaçları da yok. Bu açıdan bakınca Freud’un dönem kavramlarına değil ama “takılıp kalma” iddiasına katılmamak mümkün değil. Bir tür gerçek bağdan ziyade hep bir “flörtöz” ruh hali içinde sahte bir varoluşla lanetlenmiş durum bu; ancak kendilerini kutsanmış sanıyorlar ki, bu kendi gerçekliğinden kopuştaki insanları dehşet bir yok oluş olarak görmemize neden olmuyor mu?
Bugün bu yeni otorite, çoğu zaman akıllı telefonlar ve sosyal medyadır. İnsanlığın biyolojik olmayan yeni bir uzvu haline gelen bu araçlar, “çocuk kalma” hâlini sürekli hale getirmektedir. Sosyal medya, hayatın vitrini ve sahte basın sözcüsüdür; benzer yüzeysellikleri paylaşan kitlelerle “aynılık cenneti” yaratır. Bu cennette birey, gerçek değişimden kopar, mastürbatif bir görünürlüğe hapsolur.
Basit bir örnek ancak prototip olduğu için de maalesef ciddi bir çoğunluğu da temsil ediyor: Az çok para kazanan, maaşlı küçük burjuva günümüz beyaz yakalısı kadın ya da erkekler — ancak daha çok da maalesef kadınlar — eski dünyanın yani iki kutuplu olan ve sosyalist, başarısız da olsa bir seçeneğin olduğu dünyanın entelektüelliğe önem verdiği zamanların sembolleri ile değişen dünyada elit görünmek adına bu tür imaj gösterileri sunuyorlar. Oysa o dünya yok oldu; çünkü sosyalist bir seçenek artık ufukta şimdilik görünmüyor. Ancak bu imajları kapitalist yeni tek kutuplu dünya şeklini koruyup içini boşaltarak bu gerçekten elit, öncü olma potansiyeli olan kitleyi sadece şekle indirgenen, ancak içi tamamen boşaltılan, emeksiz elde edilen bir konuma soktu. Yani bu eskinin sembollerini bugün taşımak, aslında sistemin izin verdiği bir gericilikten ibarettir.
Ünvanlı eşekler bir yazardan bahsediyor; benliğin yansıması olan ürünü üzerinden değil, onun boyundan, sevgililerinden dem vuruyor, bir tür eski dünyanın mahalle dedikodusuna indirgenen bir özden kopuş değil mi bu? Ya da uzun bekleme kuyrukları ile meşhur bir opera festivaline üst üste davet edilmesiyle övünüyor. Bir başkası bir Avrupa şehrinin meşhur bir anıtının önünde fotoğraf çektirip like dilenciliği yapıyor. Bir diğeri annesinin hastalığından bahsedip onunla fotoğraf çektirerek takipçilerinden dua istiyor; sanırsın profesör değil, gariban köylü gladiyatör mezarını türbe zannedip adak adıyor. Hepsinin ortak özelliği: Ne bir miktar para ya da ünvanla like dilenciliği yapmak, ne de bununla ego tatmin etmek… Bunun adı elitlik değil, olsa olsa tatmin olmamış, üretemeyen birisinin zavallılığıdır.
Bugün kimi sözde “akıl hocaları”, “Aksiyonsuz vizyon halüsinasyondur” gibi süslü ama boş sözlerle insanlara akıl sattığını sanır. Oysa bu sözler, gerçekte insanı düşünmekten alıkoyan aforizma tuzaklarıdır. Ben bunlara “aforizma çocuğu” diyorum: Travmatik, potansiyeli yüksek ama gerçekten kopmuş insanları sömürürler.
Birey olmak için, bulunduğu ortamdaki otoriteyi tanımlamak ve onunla kuracağı ilişkiyi belirlemek gerekir. Bu ilişki mutlak bir savaş anlamına gelmez; fakat otoriteyi analiz edip gücü ölçüsünde benliğini koruyabilmek, gerçek birey olmanın yoludur.
Birey olmak, ergenlikle başlayan bir otoriteyle çatışma ve sonrasında dinamik dengeler bulma sürecidir. Bu süreci yaşamadan, sorgulamadan, sadece yüzeyselliklere kapılarak yaşamak, insanı birey değil, edilgen bir “sürü” haline indirger.
Düşünsenize; 10 milyon insanın katili olduğunu bilmeden, arka planda bir II. Leopold heykelinin önünde fotoğraf çektirerek sosyal medyada paylaşan biri, şekle indirgenmiş üç kuruşluk para ile elde ettiği bir elitlik payesine sahip olurken, kendince ve kendisi gibi yüzeysel olan sosyal medya çevresinde, derine inildikçe insanlık, fotoğraftaki baba misali gören gözler için derin bir hüzne kapılır. Sosyal medya yüzeysel, sahte diploma misali emeksiz elitlik aidiyeti hissindeki “aynılar sürüsü” ise kendileri gibi olanın acı durumuna, fotoğraftaki Afrikalı çocuklar gibi, rutin bir olayın doğallığı ile bakarlar.
Kendini bilmeyen dostuna düşman, düşmanına dost olur. Bir imaj uğruna, ya Rab, ne benlikler batıyor!