17.12.2019
3,5 saatlik filmin ilk 3 saati mafya/iş adamı (özellikle adam! Çünkü kadına yer olmayan dönemler) çevrelerini ve bunların ülkeyi nasıl yönettiklerini anlatıyor. Bir yönüyle de arka planda Amerikan kapitalizminin analizini yapıyor. Bu açıdan bakınca House of Cards dizisinin beş sezonda anlattığını tek bir filmde anlatmayı başarabilmiş Scorsese. Filmin zirve yaptığı nokta ise Amerika’nın en ünlü sendikacısı Jimmy Hoffa’nın öldürülmesine giden süreç. Olayın perde arkasındaki esas sorumluları, gücü ele geçirmeye başladıkları ilk anlardan itibaren görüyoruz. Film, tetikçi ya da kararların uygulayıcısı olan De Niro’nun canlandırdığı Frank karakteri üzerinden anlatılıyor.
Aslında ilk üç saatte anlatılanlar ne mafya yöneticisi Russell’ın, ne tetikçi Frank’in, ne de öldürülen sendikacı Hoffa’nın hikâyesidir; anlatılan, kapitalizmin işleyişi ve bu işleyişi sağlamak için sıradan insanları nasıl katillere dönüştürdüğünün hikâyesidir.
Örneğin Frank, Russell’ı anlatırken “Hep bir ortak vardır; para tek başına kimseye yaramaz.” der. Hani bizde kapitalizmin yaptıklarıyla ilgili en basit tartışmada bile konuyu Rockefeller ya da Illuminati’ye bağlayanlar var ya… İşte bu cümle, kapitalist düzenin isimlerden çok daha öte bir sistem olduğunu gösteriyor. Bunun tersini iddia etmek meseleyi basite indirgemek olur. House of Cards’ta “Cennet Çayırları” adlı gizli örgüt yapılanması anlatılmaya başlanırken ana karakterin mistik, dinî, ayinsel kısımlarla alay edip esas meselenin güç ve para olduğunu söylemesi de aynı yere çıkar. İnsanlar elbette bildikleri şeylerle bilmediklerini açıklamaya çalışır. Bizim gibi toplumlarda kapitalizm ya da sosyalizm gibi gerçek dünya ile bağı olan sistemler içselleştirilmediğinden, beklenileceği gibi kapitalist dünyayı dinsel ve mistik kavramlarla anlamlandırmaya çalışıyoruz. Nihayetinde de her şeyi gizli örgütlere, en son da Siyonizm veya şeytana bağlıyoruz. Oysa isimlendirmenin önemi yok; mistik saçmalıklara sapmanın da gereği yok. Kapitalizm tamamen kâr–zarar gibi sayısal ve somut gerçekler üzerine kuruludur.
Film, kapitalizmin en önemli özelliklerinden biri olan pragmatizmi de anlatıyor. Kapitalizmin içinde bir sol ancak sigorta görevi görebilir. Sistemin aşırı hırsla kendi kendini yok etmemesi için düzenleyici olabilir; halkı bir nebze rahatlatarak kapitalist sömürünün devam etmesi adına halk ile sömürenler arasında uyum/denge sağlayarak düzenin daha da sağlamlaşmasına hizmet eder. Yani isyanı engeller! Teorik olarak söylediklerim doğru olsa da Amerika gibi güçlü kapitalist bir sistem içinde çok daha iyi bir seçenek üretmek zordur. Bir tür “mükemmel, iyinin düşmanıdır” meselesi… “Komünizm olmayacaksa mücadele anlamsız” diye düşünmek de oyundan kaçmak gibidir. Hatta tembelcedir; “Bunlar sistem partisi, biz komünistiz; öyleyse komünizm seçeneği somutlaşıncaya kadar oyunda yokuz.” demek, okullar tatilken okulu yönetmeyi en iyi yol sayan eğitim bakanı misali bir tavırdır. Bu tavırda kaderci ve tembel bir yan da vardır. Bekleyerek kapitalizmin tüm vahşetini toplum yaşadıktan sonra insanların komünistleri kurtarıcı olarak bekleyeceğini umut etmek ise ilginç bir fantezidir! Darbe yapmak için “şartların oluşmasını beklemek” yaklaşımına benzer; hatta İsa Mesih’in yeniden gelmesi için kıyameti arzulayan bazı sapkın Hristiyan grupların mantığıyla paralellik taşır.
Filmde, Amerikan başkanı Kennedy’i destekleyenler de ilginçtir. Bizde Demokratları sol, Cumhuriyetçileri sağ olarak yorumlayanlara tokat niteliğindedir bu durum. Çünkü sendikacı Hoffa faşist Nixon’u desteklerken iş adamı/mafya camiası Kennedy’yi desteklemektedir. Bu, bizim ülkemizdeki biraz da ergence olan siyasi bakış açısına göre şaşırtıcı gelebilir. Ancak kapitalist bir sistem içerisinde hiç de şaşırtıcı değildir. Çünkü kapitalist demokraside “siyasi taraflar” diye bir şey yoktur; kapitalizm masasının etrafında oturan aktörler gibidirler. Ne söylediklerinin çok da önemi yoktur, sonuç sadece menfaat odaklıdır. Kennedy, iş adamlarına Küba’daki Castro rejimini yıkıp onların kumarhaneleri yeniden ele geçirmelerine yardım edeceği sözünü vermiştir. Nixon ise Hoffa’ya destek sözü vermiştir ki hapisten çıkartan da Nixon’dır. Sonuç? Domuzlar Körfezi Çıkarması başarısız olmuş, iş adamları da istediklerini alamayınca Kennedy’i öldürmüşlerdir. Bir kez daha kapitalist demokraside ülkenin gerçek sahibi olan iş adamları, başarısızlığın faturasını kesmiştir.
Zaten az gelişmiş, sağlam bir sistem kuramamış yapılarda olduğu gibi güçlü bir lider her zaman kendisinden sonra zayıf bir lideri halef olarak bırakmak ister. Bizim siyasette de öyle değil mi? “Emanetçi genel başkan”, “profesör başbakan” örneklerini düşününce… Hoffa da öyle yapmış; hapisten çıkınca koltuğu geri almayı ummuştur. Ancak zayıf liderin kullanılma ihtimali herkes için söz konusudur; yalnızca kendi lideri tarafından değil. Öyle olunca iş adamları, Hoffa’nın koltuğa bıraktığı zayıf lideri kendileri için daha elverişli görüp onu tutmak istemiştir. Hoffa’nın sonunu getiren ise iş adamlarının “emekli ol, rahat yaşa” önerisi yerine onları tehdit edecek açıklamalar yapmasıdır. Sonuç ne mi? Frank’in aracı olarak söylediği o meşhur uyarıda olduğu gibi: “Bunlar başkanı harcadı; sendika liderini mi affederler?” Ki affetmiyorlar da!
Scorsese filmi tam bu noktada klasik anlatıda bitirebilirdi. Ancak devam ettiriyor ve son yarım saatte Amerika’nın, hatta dünyanın kaderinde etkili olan bu aktörlerin devirleri geçtikten sonraki hâllerini gösteriyor. Bu kısım filmi klasik Hollywood tarzının ötesine geçiriyor. Bir yönüyle sistemin, kullandığı aktörlerden daha büyük olduğunu anlatırken; bir yönüyle de insanın en büyük gerçeği olan yaşlılık/ölüm açmazını göstererek şu soruyu sorduruyor: “Şu ölümlü dünyada tüm bunlara değer miydi?”